31 Mart 2015 Salı

BATILI SİSTEMLERDEN MUCİZE BEKLEMEK Mustafa Yürekli





Hazırlayıp sunduğum ve Ülke Tv’de yayınlanan Belgeselci programında yakın tarihi mercek altına yatırıyoruz..
2 Ocak 2015 Pazartesi günü yayınlanan Belgeselci’nin son bölümünde TBMM Tarihini ekranlarınıza getirdik. Kaçıranlar, İzle 7’den izleme imkanı bulabilirler.. (http://izle7.com/ulketv/izle-8912-belgeselci-2-subat-2015.html)
Parlamento tarihini incelediğimizde üç husus hemen fark ediliyor.
Birincisi, Batı’dan peş peşe ithal edilen sistemlerin hayal kırıklığı doğurması. Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet, Cumhuriyet ve demokrasiye geçiliyor ama her biri birer serap. Çünkü bu sistemler, beklediğimiz o kolay, hızlı ve ucuz kurtuluşu gerçekleştiremiyor..
İkincisi, Meclis’in bir türlü tam olarak milleti temsil niteliği kazanamayışı.
Üçüncüsü de Osmanlı’da İttihat Terakki ile başlayan ve Cumhuriyet döneminde CHP ile süren ana akım siyasetin Batıcı olması ve millete, milli kültüre yabancılığı.
Parlamento tarihimiz, siyasi hayatımıza Batılılaşmayla birlikte girdi ve maalesef olumsuz bir işlev gösterdi. Osmanlı imparatorluğunun tarih sahnesinden tasfiyesi ve Cumhuriyetin ilanı sürecinin tam göbeğinde görüyoruz meclisi. Dünya gücü haline gelmiş Batılı devletlere uyum çabası oluşturuyor, tüm faaliyetlerinin özünü.
23  Nisan 1920’de Ankara’da açılan birinci TBMM, tam olarak milleti temsil ettiğinden 1921 Anayasasını yapıyor ve Milli Mücadele’yi zaferle sonuçlandırıyor.  Tarihimizin en parlak başarılarına imza atıyor.
1923’te fesih edilip yerine kurulan ikinci Meclis, Anayasa’da yapılan değişiklikle Cumhuriyet’i ilan ediyor ve devletin dininin İslam olduğunu belirtiyor ama peş peşe yapılan değişiklikle devrimler gerçekleşiyor.
Bugüne kadar 24 Meclis kuruldu. 23 meclis, 1921 Anayasası’ndaki devletin dini İslam ilkesinin çıkarılmasıyla başlayan değişimleri esas alıyor ve bir türlü milleti tam olarak temsil özelliği kazanamıyor. Milletimizin beklediği reformları gerçekleştiremiyor.
Parlamento tarihine farklı bir açıdan bakmak için Belgeselci’nin TBMM Tarihi bölümünü mutlaka izlemelisiniz..
Haftaya Anayasa hareketleri tarihini getireceğiz ekranlarınıza..
http://www.haber7.com/yazarlar/mustafa-yurekli/1289332-batili-sistemlerden-mucize-beklemek

OSMANLI MİRASINDA TARTILMAK Mustafa Yürekli





Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Gazinin annesi Hayme Hatun’dur. Hayme Hatun’un türbesi İnegöl - Domaniç’tedir. Sultan Abdülhamid Han, Hayme Hatun’un türbesini büyük bir özenle tamir ettirmişti. Pencerelerine atlas perdeler çekti.  Zeminine de Hereke dokuması muhteşem bir halı döşetti. 
Recep Şükrü Apuhan, “Batı'nın Darağacında İsyan”[1]adlı kitabında ilginç bir olay anlatır:“Cumhuriyet Halk Partisi iktidarı döneminde, İnegöl ilçe teşkilatı yöneticileri, türbedeki o muhteşem halıyı partinin ilçe binasının kapılarına paspas yapmış. Atlas perdeler de kaymakamlık binasında kullanılmış.” Batıcılık, tabana inince bu görünüme bürünür.
Burada, Ord.Prof. Ebül’ula Mardin’in Londra’da British Müzesi’ne yaptığı ziyareti de anlatayım:  “Müzede ilk defa, Sultan Fatih’in bulunduğu kısmı görmeyi tercih ettik. Şarka ait kısımlar gördük. Orada, mihraptan ziyade şömineye benzeyen bir eserin altında “Çinili bir Türk camiinde mihrap” diye yazıyordu. Sonra minyatürler kısmına girdik. Türk minyatürlerini, İran’a atfetmişlerdi. Bir yerde de,güzel cildli Mesnevi: Mevlana Celaleddini Rumi’yi İranlı göstermişler. Bizim Türk halılarını İran halısı diye işaret etmişler.
Oğlum Yusuf’a dedim ki: ”Müze müdürüyle görüşmemiz lazım.” Müdür bir başka binada imiş. Müdür muavinini bulup bunları anlattım. ”Sizin mihrap dediğiniz şey, yatak odasındaki ocaktır. Bu minyatürler, Türk minyatürleridir, keza bu halılar Türk halısıdır. Fakat bunlar neyse, asıl Mevlana Celaleddin Rumi’ye İranlı demişsiniz ki, bu çok mühim bir hata.”
“Ama dedi, Mesnevi Farisi yazılmıştır.” Ona ” Ebussuud Efendi Türk müdür?” dedim. “Evet” dedi. “Ama dedim, en güzel esri Arapça yazılmıştır. Sizin kütüphaneniz zengindir. Orada görürsünüz ki Osmanlı Padişahları Türkçeyi yalnız ültimatom olarak kullanmışlardır. Sultan Fatih’in yalnız Uzun Hasan’a yazdığı mektup Türkçedir.”
Böylece, müdür muavini benim iddialarımın sağlam temellere dayandığını görünce, kendi tereddütleri hakkında da bazı şeyler sordu. Elimi sıkarken ”Siz veya dostunuz tekrar buraya geldiğinizde bütün bu yanlışların düzeltildiğini göreceksiniz.” dedi.
Oğlum Yusuf birkaç sene sonra bana malumat getirdi. Muavin bey kendisine izahat etmiş, bütün yanlışlıklar düzeltilmiş. O cami mihrabı dedikleri Keçicizade Fuat Paşa’nın Beyazıt’ta yanan konağının yatak odasının ocağı imiş.”
İki olay, üç görüş, üç anlayış.. İstanbul Müslümanlığı, Hıristiyan Batılılar ve Kemalist Batıcılar, bu iki olayda Osmanlı mirasında tartılıyor. Kemalist Batıcılar, Osmanlı mirasına Batılılar kadar saygı duyabilse, Türkiye kendine gelecek ve yolunu çizebilecektir. 
[1] Timaş, İst/1989 s.50

MEHMET AKİF'İN RUHUNU ŞAD ETMEK..Mustafa Yürekli




27 Aralık, Mehmet Akif’in ölüm yıldönümü. Onu ebedi aleme, 27 Aralık 1936 yılında yolcu etmiştik; bu yıl 79. Ölüm yıldönümünü kutluyoruz.



Her yıl, İstiklal Marşı'nın yazarı, Birinci Meclis’te milletvekili olarak görev yapmış, İstiklal Madalyası sahibi Mehmet Akif Ersoy’un son yolculuğunu hüzünlenerek hatırlarız. Çünkü cenaze törenine en düşük düzeyde bile resmi katılım olmamıştı. Devlet, hayattayken zulmettiği milli şair Mehmet Akif’in naaşına da saygı göstermemişti. Mehmet Akif’in Beyazıd Camisi’ndeki cenaze namazına onu seven binlerce genç ve dostları katıldı yalnızca.
Mehmet Akif’in cenaze törenine bir hukuk fakültesi öğrencisi iken katılan Prof.Dr.Sulhi Dönmez’in , 5 Ocak 1987’de Tercüman gazetesinde yayımlanan “Akif’in Cenaze Töreni” başlıklı yazısında, ‘…O zamanların ülkemizde egemen tek partinin otoriter düzeni içinde kimse idare ile çelişkiye düşmek istemediği için basında Mehmet Akif’in yurda dönüşü ve hastalığının seyri hakkında pek fazla haberyayınlanmazdı...”  deniyor.
İstiklal Marşı’ndaki düşünceleri nedeniyle dönemin CHP iktidarı “irticacı” diye yaftalayıp polis takibine tutunca, Mehmet Akif, bunalıp Mısır’a hicret etmişti. 17 Haziran 1936'da Mısır’dan ağır hasta olarak geldi. Beyoğlu'ndaki Mısır Apartmanı'na yerleşti. CHP iktidarı, basına baskı yaparak 10 yıldan fazla bir süre Akif’e sansür uygulatmış. 
Prof.Dr.Sulhi Dönmezer, o günü, Akif’in cenaze namazını “Bizler alana geldiğimizde, namaz saatinin yaklaşmış bulunmasına rağmen bir tabuta rastlamadık, hep birlikte bekliyoruz. Birden lokantanın ön kısmını bir cenaze otomobilinin geldiğini gördük, iki kişi üzerine örtü dahi konmamış bir tabutu indirdiler. Yoksul bir fakirin cenazesinin getirildiğini düşünerek bir kısım arkadaşlar yardıma teşebbüs ettiler. Fakat tabutun Mehmet Akife ait bulunduğu anlaşılınca bir anda yüzler genç ağlamaya başladı. …Gençler hemen Emin Efendi Lokantasının bayrağını alarak tabutun üstüne örttüler. Sonra merhumun bir kısım arkadaşları gelmeye başladı ama ne vali, ne belediye reisi ve ne de tek partinin zimamdarlarından hiç kimse ortalarda yoktu.” diyerek anlatır.
Cenaze törenine katılan Midhat Cemal Kuntay ise Beyazıt Meydanı’ndaki dakikaları şöyle anlatıyor: “Cenaze Beyazıd’dan kalkacak. Oraya gittim. Kimseler yok; bir cenazenin geleceği belli değil.  Çok sonra birkaç kişi göründü biraz sonra çıplak bir tabut geldi. Bir fıkara cenazesi olmalı dedim. O anda Emin Efendi Lokantasının sahibi Mahir Usta, elinde bir bayrakla cenazeye koştu. Sebebini anlamadım. Yine o anda yüzlerce genç peyda oldu. Üniversitenin büyük sancağına çıplak tabutu sardılar. Ellerimi yüzüme kapadım. Cenazeyi tanışmıştım.”
O tarihlerde Milli Türk Talebe Birliği’nde görevli bulunan Prof.Dr. Abdülkadir Karahanda cenazeye katılmış ve bir konuşma yapmıştı. “Akif’in Ebediyete Uğurlanışı ve Sonrası” başlıklı bir yazıda hatıralarını anlatan Karahan, cenaze töreni sonrasında başına gelenleri şöyle anlatıyordu : “Burada bir olaya daha değinmek isterim. Benim o eşi az bulunur Milli Marşımızın eli öpülecek şairimizin kabir başındaki hitabemi, takdir yerine adeta tekdirle karşılanmak istenmesini ben bugün bile bir muamma gibi çözemediğimi de işaret etmek isterim.Çünkü 3 gün sonra beni Yüksek Öğretmen Okulundan Emniyet Müdürlüğüne istediler. Bir şube müdürü beni sorguya çekti. “ Ne sıfatla resmi makamların törene gerek görmediği bir şairin kabri başında konuşma yaptığımı sormuştu. Cevabım yaklaşık olarak şöyleydi: Ben herhangi bir şairin değil, Türk Bayrağı göndere çekilirken, yazdığı İstiklal Marşı ile göklere seslenen bir zatın kabri başında milletimizin duygusunu, saygısını dile getirdim. Beni buraya çağırmakla hata işlemiş bulunuyorsunuz.”
İstiklal Marşı'nın yazarı, Birinci Meclis’te milletvekili olarak görev yapmış, İstiklal Madalyası sahibi Mehmet Akif Ersoy, ülkemizde mihenk taşıdır.  Mehmet Akif’in yanında ya da karşısındaki pozisyonuna bakıp birinin dünya görüşünü, kişiliğini ve siyasi düşüncesini hemen anlayabiliyoruz bugün. Milletimiz, İstiklal Marşı’nı coşkuyla okuyup yanında gördüğü, milli iradeyi savunan ve muhalif bir duruşu olan Mehmet Akif’i saygıyla anıyor hala. Kemal Kılıçdaroğlu, Devlet Bahçeli ve Selahattin Demirtaş’tan hangisi Mehmet Akif’in önemli bir ilham kaynağı, örnek kişilik olduğunu söyleyebilir? Hangisi paylaşır Akif’in düşüncelerini? İslam birliği idealini? İslam medeniyetinin Batı uygarlığından üstün olduğu inancını?
İstiklal Marşı’nı okurken, “Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.” diyoruz ama bırakalım millet olarak bu ülkede sesimizi yükseltmeyi, henüz sivil bir anayasa bile yapamadık.  “Asım Nesli” denilen İmam Hatip Lisesi mezunlarının iftiharı, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Biz bu ülkede bir daha 'milli şef' özentileri çıkmasın diye başkanlık sistemi diyoruz." demiş. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’yi milletimizin inlettiği ülke haline getirip Mehmet Akif’in ruhunu şad etmek istiyor.



NURİ PAKDİL MESCİD-İ AKSA FOTOĞRAFI ÇEKİLİRKEN Mustafa Yürekli




Haber 7’deki bu köşede pek çok yazı yayınladım. Bunun bir işe yarayacağını düşünerek yaptım tabi. Bugün geldiğimiz noktada yayınladığım yazıların hiçbir işe yaramadığını söylemem yalan olur.  Aldığım maillerden ve telefonla arayarak gösterilen tepkilerden bildiğim okuyucularıma saygısızlık etmek istemem. 
Yazılarımın yararının olmadığını düşünseydim hiç tereddüt etmeden son verirdim zaten. Onun için Mustafa Yürekli’nin Haber 7’deki bu köşede yayınladığı yazıların ilkine “Hoşgeldiniz!”. Bu metnin ilk yazı oluşu, hem bir muhasebeden sonra yazmaya son vermek yerine devam etme kararına dayanıyor oluşunu, hem de bir yeni anlam dünyasının kapısını açmayı ifade etmektedir.
İtiraf etmeliyim ki mevcut iletişim ortamında birkaç yıl öncesine kadar bir yeni alan açma iddiasıyla karşılaşsam gülüp geçerdim; iddiayı ciddiye almamanın öznesini küçülteceği aklımın kenarından bile geçmezdi. İnsan kavrayışını hızla genişletip daraltacak kadar hayatın akışında görülen olağanüstülük yeni bakış açısı ihtiyacını şiddetlendirmiştir. Anlayışları, algıdaki irtifa kaybı, aşındırmanın ötesinde, tuzla buz edebilmektedir. Düzeysizlik ve bir görüş sahibi olamamak, portatif anlam gecekondularını hızla yaygınlaştırmaktadır. Görsel iletişimde gelinen nokta, ne kadar acıdır ki markalı zihin cikleti tüketimi patlamasıdır. Ekmekten, sudan ve havadan daha hayati, daha büyük bir ihtiyaç olan sağlam inanç, sağlam bilgi ve doğru düşünceyi bulmakta güçlük çekilmektedir.
Kötü kitap, sonuçta bilginizi kirletir, zihninizi verimsizleştirir ve varsa doğru anlayışınızı bozar. Kötü arkadaş, yoldan çıkarır, kötü alışkanlıklar edinmenize yol açar, herşeyden önce maddi manevi kayıplara neden olur ve vakit kaybettirir. Ya kötü üstat? Kötü üstat, kötü arkadaştan beterdir. Kötü üstat, hiçbir temel meselede fikir üretmediği, düşünce alanında esamesi okunmadığı halde fikir adamı sayılan ünlü yazardır. Allah kimseyi eline düşürmesin, kötü üstat, adamı yıkar, varlığını darmadağın eder ve atomlara ayırıp savurur. Kötü üstat dil ile varlığın arasındaki bağı koparır, düşünce ile eylem arasındaki köprüyü yıkar.. Kitap ile hayat arasındaki iradeyi çözer. Dilin içi boşalır, bütün kavramlar ters yüz olur. Bütün değerler boşlukta uçuşan sabun köpüklerine dönüşür. Hakikat bilip adandığınız şeylerin serap çıkması kadar yıkıcı başka bir şey var mıdır dünyada? Yere göğe konulamayan bir yazarın, toplumun tabanından tavanına kadar bütün kademelerinde bir değer olduğu kanaati oluşturulmuş bir aydının balon gibi patlaması, algısının elde büzüşüp kalması ne kadar üzüntü vericidir.
Kimse bugün beni on gazeteciyle Kudüs’e götürüp Mescid-i Aksa’nın önüne dikerek fotoğrafımı çekemez. Ben ancak bağımsız Filistin’e giderim, kurtulmuş Mescid-i Aksa’yı ziyaret ederim. Umre ibadeti için Mekke’ye gittim ama Kabe’de fotoğraf çekilmek aklıma gelmedi. Medine’de, Mescid-i Nebevi’de fotoğraf çekilmedim. Günümüzde bir yazarın Mescid-i Aksa’da fotoğraf çekilerek medyaya servis etmesinin anlamını düşündüm birkaç gündür.
Ne söylenirse söylensin, ne mesaj verilirse verilsin bir Müslüman yazarın Mescid-i Aksa’da fotoğraf çekilmesinin anlamı değişmez: İtfaiyecilerin yangının önünde önce fotoğraf çekilmesidir bu. Söndürmeyi bırakıp gidilen yangın yerinin önem ve değerine ilişkin açıklama yapmak, yangının nasıl bir felaket olduğunu kamuoyuna izah etmek itfaiyecilerin yangın fotoğrafı çekilmesini ya da kameralara oynamasını meşrulaştırmaz. Yazar ahlakıyla nasıl bağdaşır böyle bir duyarsızlık? Mescid-i Aksa’da bugün fotoğraf çekilmek bir yabancı, bir turist olmak değil midir?    
Yazar, kötülüğe rağmen doğruya, iyiye ve güzele çağırmadan alır meşruiyetini. Hakikatin yürekli sözcülüğüdür üstlendiği görev; kalemi, bir yeni anlam dünyası kurabildiği oranda büyüktür.

http://www.haber7.com/yazarlar/mustafa-yurekli/1333500-itfaiyeci-yangin-fotografi-cekilirken

20 Mart 2015 Cuma

ZİKZAKLAR








Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan’ın davet üzerine TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Toplantısında yaptığı konuşma, sert ifadeler içerse de, muhatapları memnuniyetlerini açıkladılar.
Cumhurbaşkanlığının ilk günlerinde Erdoğan ile TÜSİAD birbirlerine doğru adım atarak diyalog sürecini başlatmış görünüyor. 
Recep Tayip Erdoğan’ın TÜSİAD ile diyalogu, doğal olarak İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı günlerinde başladı. Suikast sonucu hayatını kaybeden Üzeyir Garih ve İshak Alaton ile Erdoğan’ın dostlukları biliniyor. Nasuhi Güngör, “Yenilikçi Hareket” adlı çalışmasında AK Parti’nin kuruluşundaki TÜSİAD faktörünü birçok ayrıntıyla ortaya koymuş. AK Parti’nin kuruluşunu Bülent Eczacıbaşı’nın evinde değerlendirip karara bağlayan TÜSİAD’ın daha sonraki süreçte Erdoğan’la ilişkileri çok dalgalı geçti.
Rahmi Koç’un “1 milyar Doları var” demesi ile başlayan Başbakan Erdoğan-Koç Grubu kavgası, Gezi Parkı eylemcilerine lojistik destek sağladığı gerekçesiyle doruğa çıktı. Başbakan Erdoğan’ın Gezi eylemcilerini çapulcu olarak nitelemesi üzerine  Eşi TÜSİAD Başkanlığı yapan Cem Boyner’in ‘ben bir çapulcuyum’ pankartı açıp medyaya poz vermesi, ilişkileri iyice kötüleştirdi. Son Yüksek İstişare Konseyi Toplantısı’nda Erdoğan’la TÜSİAD’ın bir araya gelerek görüntü vermeleri, yeni bir ‘U’ dönüşü başladığı izlenimini uyandırıyor.  
MÜSİAD, ASKON gibi rakip kuruluşların güçlenmesiyle iç politikadaki eski ağırlığını büyük oranda yitiren TÜSİAD İsrail’in içerideki uzantısıdır. Bu yüzden Erdoğan’ın TÜSİAD ilişkilerindeki zikzaklarla Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerindeki zikzakların tam bir paralellik arz ettiği görülmektedir. Bu zikzakları, Erdoğan milletimizle İsrail arasında gidip gelirken çizmektedir.

http://www.haber7.com/yazarlar/mustafa-yurekli/1204409-zikzaklar

HELAL OLSUN ÇOCUKLAR





Milletimiz, bugün yöneticilerimize neden “Helal olsun çocuklar, Kur’an’ın devletini Osmanlı’dan da büyük yaptınız, Allah, Peygamber ve bütün büyük cedlerimiz sizden hoşnutturlar!” diyemiyor? Tarihimizdeki kırılmayı, kopuşu doğru anlamadan bu soruyu cevaplayamayız.

12. Cumhurbaşkanı seçilen Recep Tayyip Erdoğan, 12 yıl yürüttüğü başbakanlığı, AK Parti Genel Merkezi'nde, kabinede Dış İşleri Bakanı olarak görev yapan Ahmet Davutoğlu’na devrettiğini açıkladı. Türkiye Cumhuriyeti'nin 62. Hükümeti’nin Başbakanı olacak Ahmet Davutoğlu, yaptığı ilk konuşmasında, “Sürekliliğimiz, devlet geleneğimizden, milli kültürümüzden kaynaklanır. Bu ilkelerden hiçbir şekilde taviz verilemez. Bu ilke ve tutum, bu duruş, bu sağlam tarihi bakış değiştirilemez.” dedi. Bu sözün altını çizmemin nedeni, vurgu yaptığı devlette sürekliliği, “gelenek” ve “milli kültür”le temellendirmesi..

Yahya Kemal, Milli Mücadele’nin başlarında, zafere olan inancını ifade etmek için kaleme aldığı  “Bir Muharebenin Askerleri” başlıklı yazısında, savaşın sonunda masaya oturup istediklerimizi alacağımız ve ordumuzu terhis edeceğimiz günün hayalini kurar: “O gün istiklal ordusunun askerlerine denilecek ki: ‘Haydi çocuklar evlerinize dönünüz! Kur’an’ın devletini kurtardınız! Allah, Peygamber, Osman Gazi, Fatih, Selim, bütün büyük cedlerimiz sizden hoşnutturlar!’ İstiklal askerleri, Ankara’da anlı şanlı bir resm-i geçitten sonra dağılacak, küme küme birer birer arkalarında torbaları, türkü söyleyerekten köylerine dönecekler.”  


O gün gerçekten geldi, millet evlatları, kanlarını oluk oluk akıtarak, vatanlarını ve Kur’an devletini kurtardılar. O gün Yahya Kemal’in hayal ettiği gibi Milli Mücadele ordusu askeri zaferin sevinciyle dağıldı; millet evlatları, askeri zaferin haklı gururuyla türkü söyleyerek şehirlerine, kasabalarına ve köylerine döndüler. Ne var ki bu askeri zaferi, kültürel, ekonomik ve siyasi başarılar izleyemedi..

Bağımsızlık savaşını kazandık ama kültürel, ekonomik ve siyasal bağımsızlığımızı kazanamadık. 1908’den beri devleti Batıcılar yönetti; toplumu, kaba kuvvetle dünya güçlerinin belirlediği vaziyet ve istikamette tuttular. Darbelerle sık sık ayar edilen bir sömürge toplumu haline gelmedik mi? 20. Yüzyıl tarihimizin en karanlık, acı dolu dönemidir. 


Bugün toplum, ikiye ayrılmış durumda. Bir tarafta, millet, sürekliliğe önem verenler, yerli duyarlığa sahip olanlar.. Karşılarında Batıcılar, kopuşu savunanlar, yabancılaşanlar. Bugüne kadar devletimizin “Kur’an’ın devleti” olduğu unutturulmaya çalışıldı. 

Milletimiz neden devlet adamlarımıza, yöneticilerimize ve siyasetçilerimize “Helal olsun çocuklar, Kur’an’ın devletini Osmanlı’dan da büyük yaptınız, Allah, Peygamber ve bütün büyük cedlerimiz sizden hoşnutturlar!” diyemiyor? 

Sürekliliği önemseyenler, devletin üst düzey kademelerinde yeni yeni görev yapar hale geliyor. Umarım milletimiz onlara “Helal olsun çocuklar!” der.

2023, 2053 ve 2071 hedefleri doğrultusunda ulaşılacak “Büyük Türkiye” milletimizin devlet tasavvurudur, süreklilik iradesidir; ülkenin vaziyet ve istikametine el koymasıdır. Yeni Türkiye’yi hangi kadro sahiplenir ve hangi parti söylem haline getirirse artık iktidara o gelir.. Milletimizin Yeni Türkiye tasavvurunu paylaşmadan siyaset yapmak bütün partiler için imkansız hale gelmiştir. Yeni Türkiye, milletin özünü devletin de özü haline getirme ve milletin ufku olan ülkülere yürüme projesidir. Yeni Türkiye, Batı’nın dünya sultasının bitişinin, yeni bir dünya düzeninin kurulmasının ve ülkenin bir dünya devleti olarak yeniden yapılandırılmasının ilanıdır. 


Yeni Türkiye, tarih boyunca, her felaketten sonra, ayakları üstüne kalkıp yeni bir yükseliş başlatan Anadolu’nun liderliğinde İslam milletinin, Batı’nın yüzyıllık vesayet dönemine meydan okuyuşudur. Fas’tan Filipinlere kadar İslam ülkesinde, İslam milletinin, devletine sahip çıkıp İslam medeniyetini inşa amacıyla yaptığı kuruluş sözleşmesidir.

Artık Batılıların çizdiği haritaları zihnimizde ve yüreğimizde ateşe vermenin vaktidir; meşruiyetini Batı’yla işbirliğinden alan sistemlere, Batıcı siyasi kimliklere, dayatılan bölünmüşlüğe ve çatışma alanlarına son verme vaktidir. Yeni Türkiye, ulus devletten dünya devletine geçiş; içe dönük devlet olmaktan vaz geçip dışa dönük bir devlet haline gelmek demektir; dünyaya açılan Türkiye demektir. 


Yeni Türkiye, İslam milletinin hafızası, maşeri vicdanı ve iradesi olacaktır; kendi medeniyetimizi, kardeşliği ve dayanışmayı bugüne taşıma çabasıdır. Yeni Türkiye, sosyal, ekonomik, siyasal ve uluslararası politikalarda milli bir perspektifle yapısal değişimler yapma anlamına gelmektedir. Yeni Türkiye, ülke ve dünya algımızın kökten değişmesi, dilimizin yenilenmesi, Batı gözüyle bakıp Batı ağzıyla konuşmayı bırakmak demektir. 

Recep Tayyip Erdoğan, bu büyük dönüşümün öncüsüdür ve onu seçilmiş Cumhurbaşkanı olarak çok daha güçlü bir şekilde devam ettirecektir. AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan olarak Ahmet Davutoğlu'nun tercih edilmesi Yeni Türkiye projesinin en kritik eşiklerinden biridir. Büyük Türkiye’ye yürüyüş, bugüne kadar olandan çok daha güçlü biçimde devam edecektir. Erdoğan ve Davutoğlu, milli iradeye dayanarak yeni Türkiye'nin kuruluşuna coşkuyla hizmet edecektir. 

Milletimizin, Yeni Türkiye tasavvuruna sahip çıkan Erdoğan’ı Cumhurbaşkanlığı makamına ve Davutoğlu’nu da Başbakanlığa getirişi, sözkonusu tarihsel kırılmaya ve kopuşa son veriş, tarihsel sürekliliğe dönüş anlamına gelmektedir. Milletimiz, Yeni Türkiye’yi güçlü bir Cumhurbaşkanı ile güçlü bir Başbakan’a emanet etmiştir.


http://www.haber7.com/yazarlar/mustafa-yurekli/1193683-helal-olsun-cocuklar

İSLAM DEVLETİ İLE BATI ARASINDA




Osmanlı’nın zaferleri de, hezimetleri de İslam milletinin hanesine boş yere yazılmıyor. Osmanlı, hanedanın dünya devletleri çevresinde kuru bir egemenlik iddiası değil, İslam milletinin Batı karşısında son beş yüz yılda kurduğu en büyük sosyal/siyasal sistemin, daha doğrusu İslam medeniyetinin son atılımının adıdır.
Bizans’ı tarih sahnesinden kaldıran Osmanlı’nın, modern Batı’ya (İngiliz, Fransız, Alman ve Rus) yenilmesi, başka bir güç çıkmadığından İslam medeniyetinin çökmesine yol açtı. Batı’nın barbarca sürdürdüğü dünya hakimiyeti, insanlık için de, İslam milleti için de tam bir bozgun oldu.
Dünya güçleri tarafından koskoca İslam coğrafyası 50’nin üzerinde bölgesel yönetime bölündü. İslam ülkesi azınlıklara dayalı baskıcı yönetimlerle bugünlere geldi. Müslüman toplumlar, batıcılar ve Müslüman halklar olmak üzere çift kutuplu hale getirildi. İslam milleti, maruz kaldığı modernleşmeyle, gelenekleri ile modernite arasında sıkışıp kaldı. İslam toplumları sosyal şizofreni geçiriyor. Ulus devlet projesine dayalı modern hayat ve Müslüman insanın sekülerleştirmeyi hedefleyen ulusalcı ve laikçi despotik rejimler, İslam coğrafyasına sentetik bir aşıydı, tutmadı.
İslam dünyası ne zaman kendini bulma, kendi medeniyetini inşa sürecine girse, hemen dünya güçleri müdahil oluyor. Modernleşme deneyimleri ne kadar farklı olursa olsun İslam milletinin kurucu unsurları olan Arap, Fars, Kürt ve Türk halkları kendi içlerinde bile parçalayıcı, çatıştırıcı zihniyetlere düşürüldü; bölücü, yıkıcı kimlikler haline getirilmek isteniyor.. Sonuçta despotik rejimler bir bir yıkılırken; medeniyeti tahrip edilmiş, kendi varoluş duygusundan, mahşeri vicdanından uzak kalmış bir coğrafya kaldı. Dış güçler, müdahalelerle her türlü aidiyeti yıpratmakta, inkarcı, dışlayıcı, çatışmacı eğilimleri canlandırarak sosyal çatlakları büyütmektedir.
Ne Araplar içine düşürüldükleri milliyetçilikten ve sosyalistlikten bir hayır gördü, ne de Farslar, Türkler ve Kürtler.  Batıcılık, yol açtığı derin etnik ya da mezhebi ayrılıklarla Arapları da, Farsları, Türkleri ve Kürtleri de paramparça etti. Anlayışlarında oluşan hasarlar, askeri, siyasal ve toplumsal sonuçlarıyla birlikte her bir halkın kendilerine olan güvenlerini yok etti. Azınlıklara dayalı totaliter bölgesel yönetimler yıkılıp büyük halk kitleleri hak aramaya başlayınca, kaos ve çatışma siyaset sahnesine dönüş yaptı.
Osmanlı demek, İslam devleti ve medeniyeti demek; İslam milleti için birlik, düzen, güç ve küfür milleti karşısında üstünlük demek.. Günümüzde İslam ülkesinde madden ve manen köleleştirilmiş, karmaşaya ve çatışmaya düşürülmüş Müslüman halklar iki seçenek arasındalar: İslam devleti ile batı (ABD ve Avrupa’nın öncülüğünü yaptığı küresel, kapitalist, kafir güç) arasında seçim yapmak zorundalar.. 
Fas’tan Filipinler’e kadar büyük İslam ülkesi, uyanıp doğru seçimi yaparsa, o gün insanlık, İslam devletiyle yeni bir tarih dönemine, Diriliş Çağı’na girmiş olacak..
Dirilişimiz, İslam medeniyetinin ve yeni dünyanın inşasıdır..
http://www.haber7.com/yazarlar/mustafa-yurekli/1215461-islam-devleti-ile-bati-arasinda

YARINKİ İSLAM






Amerika viraneye dönüşmüş Suriye'den istediği sonucu alamayacağını anladı, aylardır bombalıyor ama bir arpa boyu yol alamıyor. Türkiye'nin de bir parçası olduğu Avrupa'nın desteğini artırmak ve yeni operasyonlara katmak için harekete geçti.. İslam'a vurarak yapıyor, Avrupa'yı yanınaçekmeyi.
İslam, insanlığın ufkuna ağmış tek hakikat. İslamofobi, Amerika'nın Yahudileri de hoşnut eden bir projesi: Avrupa, sömürgeciliğinin faturası olarak boynuna geçen İslam'dan İslamofobi ile kurtulamaz.. Türkiye ve Avrupa ülkeleri ancak İslam'ı çürüterek ve aşarak kurtulabilir. Bu da mümkün değil. Çünkü İslam'ı aşmak yeni bir peygamberin gelmesi demektir. Güzellikle ya da tarihin zorlamasıyla Avrupa ülkeleri İslam'a sığınacaklar.
Dünya sistemi, ilk defa gerçek muhalefetle karşılaşıyor. Birleşmiş Milletlerin güvenlik konseyindeki Amerika, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin milyonlarca Müslümanı ezip sömürüyorlar.
Çin, hem Doğu Türkistan’daki Müslümanların kanını emdiği için, hem de Afrika ve Ortadoğu’daki Müslümanlara dişini geçirdiği için Amerika ile dünya hakimiyeti mücadelesi verebiliyor.  Bugü eski gücüne erişmeye çalışan Rusya, çift kutuplu dünyada VARŞOVA PAKTI’nı kurup ikinci kutup olabilmişse ve hala Amerikaya kafa tutabiliyorsa bunu Balkanlar, Orta Asya ve Kafkaslardaki milyonlarca Müslümanı ezip sömürmekten aldığı güçle yapabiliyor.
Amerika'nın iki müttefikinden İngiltere hala Ortadoğu'da, Afrika'da Müslümanları sömürüyor. Fransa, gözünü karartıp 1966’de NATO’dan çıkabildiyse bunu Afrika ve Suriye’yi sömürgeleştirmeyle elde ettiği güçle yapıyor. İmam Humeyni’nin ve Kaddafi’nin çadırını Paris’e kurmalarının nedeni İslam’ın gerçek muhalefet oluşu.
Bu dört devlet, hala Amerika’ya günümüzde de kafa tutabiliyorlarsa, bunu Müslümanlardan haksız bir biçimde aldıkları güçle yapıyorlar.
Amerika, bir taraftan Çin ve Rusya'yla mücadele ediyor, diğer taraftan müttefiklerini denetleyip politikaları doğrultusunda yönlendirmeye çalışıyor; ayrılıkçı, ırkçı şiddetle Fransa ve İngiltere'nin nüfuzlarını daraltmak istiyor.
Ne var ki İslam milleti hala uyuyor! Yarınki İslam, aydınların tarih sahnesine çıkmasını, hakikatin sözcüsü olup İslam milletini peşine takarak Filipinler'den Fas'a kadar koca İslam ülkesini uyandırmasını bekliyor. 
Ufuktaki yeni İslam medeniyeti, aydın seferberliğine çıkanlara zafer ödülü olacaktır.

http://www.haber7.com/yazarlar/mustafa-yurekli/1275949-yarinki-islam

İSLAMIN İRADESİZLEŞMESİ Mustafa Yürekli






Avrupa’nın en önemli devletleri ve kurdukları dünya sistemi, İslam devletinin (Osmanlı) zayıflamasıyla ortaya çıkmıştır.

Bugün, bütün dünyayı, dolayısıyla insanlığı etkileyen, milletimizin yaşamını ve ülkemizi göz altında bulunduran dünya sistemi, İslam milletinin iradesizleşmesiyle kurulabilmiştir. Dünya sisteminin mekanizmalarının günümüze kadar çalışması İslam’ın iradesizleşmesiyle mümkün olabilmiştir.

Eğer güçlü bir İslam devleti 18., 19. ve 20. yüzyıllarda da varlığını sürdürebilseydi, denebilir ki İngiltere’nin bugünkü siyaseti var olmayacaktı. Türkiye, Viyana’dan sonra Peşte ve Belgrad’ta yenilmeseydi, Avusturya/Macaristan siyasetinin sözü edilmeyecekti. Fransa, İtalya, Almanya’da aynı kaynaktan esinlenerek hayat ve siyasetlerini geliştirmişler ve güçlendirmişlerdir. Güçlü bir İslam devletinin varlığında, Rusya o kadar güçlü olmayacak ve varolan siyasetlerini yürütemeyecekti ve Amerika, eski dünyaya bu kadar rahat sokulamayacaktı.
Son üç yüz yıllık tarihten çıkarılacak ders şudur: Küfür milletini, bütün bir yeryüzünü fesada uğratacak kadar güçlü kılan, aydınlarının ihanetine uğramış İslam milletinin parçalanmışlığı ve dağınıklığıdır.
İslam milleti, hala başsız ve iradesiz ise, bunda daha çok aydınların vebali vardır. Dünya sisteminin 60’a yakın denetleme sisteminde kıvranan İslam milleti kendi yönetimini oluşturamamaktadır.
Aydınlar, toparlanıp seferberliğe çıkmazsa ve İslam milleti velayetini üstlenecek güçlü ve dirayetli bir yönetime kavuşmazsa, İslam coğrafyası daha çok kana bulanacak ve milletimiz bir daha atılım yapamaz hale gelecektir.
Önümüzdeki bin yıllık esaretten kurtuluşun tek sorumlusu aydınlardır..
http://www.haber7.com/yazarlar/mustafa-yurekli/1277738-islamin-iradesizlesmesi

İSLAM COĞRAFYASI'NDAN İSLAM ÜLKESİNE Mustafa Yürekli






Müslüman aydının ana meselesi, İslam milletinin şekil alışı ya da onu kaybetmesi problemini tetkik etmektir.Bugün İslam milletinden bahsetmekte zorluk çekmemizin nedeni, Halifeliğin ilgasından sonra, İslam milletinin parçalanıp dağılması ve tamamen yozlaşmış olmasıdır.

Vatan algımızda problem var. Siyasi dünya haritasını zihninde parçalayamayan aydınlar, dünya sistemi, yapay sınırlar ve bölgesel yönetimler karşısında hem tefekkür zafiyeti, hem de siyasi zafiyet gösteriyorlar.

Bugün Müslüman olarak yaşadığımız toprakları, atalarımız Dar’ul İslam, İslam ülkesi olarak algılardı. Farklı toplumlar İslam'la birlikte yaşama imkanına kavuşmuştu. İslam medeniyeti çerçevesinde emniyet, adalet, huzur ve saadet içerisindeydiler. Dolayısıyla İslam’ın varoluş nedeni, bir toplumun başka kavimler üzerinde galibiyeti, üstünlük sağlaması, ezmesi ve sömürmesi değil. Bu hedefe hizmet edilerek İslam tahakkuk etmiş olmaz.

Tarihte bir İslam milletinden bahsedişimiz, adaleti ikame etmiş ve kendi medeniyetini kurmuş bu milletin, küfür alemini etkisizleştirmesi nedeniyledir. Biz Müslümanlıktan bahsettiğimiz zaman, bugün rahmet iklimi olduğu daha iyi anlaşılan İslam medeniyetini, kâfirlerin bir türlü altından kalkamadıkları işlerin çok iyi bir biçimde halledilmiş olması nedeniyle parlayan bir sosyal / siyasal mevcudiyeti anlatıyoruz demektir..

Neredeyiz? Biz, Türkiye’deyiz. Başka kardeşlerimiz Irak’ta, Suriye’de, Mısır’da.. Dar’ul İslâm, 60’a yakın ülke olarak bölünmüş ve isimlendirilmiş.. Biz Dar’ul İslâm’ı vatan olarak algılamaya başladığımız an bu bölünmenin bir geçerliliği kalmayacaktır. İslam coğrafyasının her parçası bizim vatanımızdır ve bir çakıl taşını bile gözden çıkaramayız..

Unutulmamalı ki Türkiye bir İslâm devleti olarak kuruldu. Kurulduğunda anayasasına “Türkiye Devletinin dini, dinî İslâm’dır” maddesi eklendi. Biz burayı, yani gizlenen, ısrarla üstü örtülen muhtevayı esas alıyoruz. Birileri çıkıp bu maddenin kaldırıldığından dem vuruyorlar. Bu maddenin kaldırılmış durumundaki arızi olan görüntüyü esas alıyorlar. 

Hangi durumu esas aldığımız, nereye varmak istediğimizle kopmaz bağlara sahiptir. İslam milletine mensup olmayı esas aldığımızı, Türkiye’nin Dar’ul İslâm olduğu gerçeğine sahip çıkarak, İslam medeniyetiyle var olabileceğimizi ilan ederek ortaya koyabiliriz.  



İslam coğrafyasını yeniden İslam ülkesine dönüştürmek bütün Müslümanların, öncelikle aydınların omuzlarındaki yüktür.


http://www.haber7.com/yazarlar/mustafa-yurekli/1279594-islam-cografyasindan-islam-ulkesine


14 Mart 2015 Cumartesi

BAŞKANIMIZ EYFEL'DE FOTOĞRAF ÇEKİLİR Mİ? Mustafa Yürekli















1887-89 yılları arasında Fransız Devrimi’nin 100. yıl kutlamaları için inşa edilen Eyfel Kulesi, sanat eseri midir sorusuna verdiğim pek çok cevaptan sadece “Eyfel Kulesi bomboş Fransız ruhudur. Karnavaldan karnavala kusar oysa.” tespitimle başlıyorum yazıma. 

Yapıldıktan sonra şehrin mimari dokusuna zıt bir görüntü oluşturduğu için sürekli eleştirildi. Kule, yapıldığı dönemin ileri gelen sanatçıları tarafından başlatılan bir kampanyayla yıkılmak istenmişti.  Yıkılmadı. Eyfel, yapılırken sadece 20 yıl için izin alınmıştı ve süresi dolunca sökülecekti. Sökülmedi.

Daha ilginci, Ağustos 1944’te İtilaf Devletleri Paris’e yaklaştıklarında, Hitler, Paris askeri ataşesi General Dietrich von Choltitz’e şehri ve kuleyi yok etmesi emrini verdi. Fakat General Choltitz Eyfel Kulesi’ni kıyamadığından yıkmadı. Eyfel, güzelliğiyle değil, bomboş bir çerçeve gibi hikayesiyle yaşıyor. Postmodern sanat işte budur. Almanya’nın Fransa’yı işgal günlerinde Adolf Hitler kuleyi yıktıramadı ama çok daha büyük bir iş yaptı: 1940’ta Almanya’nın Fransa’yı işgalini bir fotoğrafla kodladı. İşgalden önce Fransızlar tarafından asansörün kabloları kesildiği için Hitler tepeye merdivenle çıkmak zorundaydı. Bu yüzden Hitler aşağıda, Eyfel’i arkasına alıp poz vermekle yetinmişti. Birkaç Nazi askeri tepeye kadar tırmanıp Gamalı Haç’ı oraya asmışlardı. Fakat bayrak çok büyüktü. Birkaç saat sonra uçup giden bu büyük bayrağın yerine daha küçük olanı asıldı. Kısa süre sonra bir Fransız da çıkıp yerine Fransa bayrağını astı. 

Hitler, Eyfel’e çıkıp Paris’i arkasına alarak fotoğraf çekilseydi, Almanya’nın Fransa’yı işgal yılları başka Hitler fotoğraflarıyla da kalıcılaşacaktı. Hitler, Fransa’yı, başkenti Paris’i ele geçirmişti ama Eyfel’i değil diye ezik bir espri vardır. Hitler Eyfel’in önünde Nazi işgalinin Fransa üzerindeki etkisinin belki de en büyük sembolik görüntüsü olan fotoğraflar çekildi. Hitler böylece yıkmakla yükleyeceği anlamdan daha olumsuz bir anlam giydirdi Eyfel’e.  

Eyfel fotoğrafını çekilirken Hitler, sol yanına en beğendiği mimarlardan Albert Speer’i aldı, sağına da heykel traş Arno Breker’i, iki sanatçının ortasında, kuleyi de arkalarına alarak işgal pozunu verdi. Fotoğrafçı tabiî ki Hitler tutkunu ve Nazi Partisi üyesi Nazi Partisi’nin yayın organlarında ve propaganda metinlerinde imzası olan ünlü fotoğrafçı Heinrich Hoffmann’dı. 

Eyfel fotoğrafında Hitler, iki sanatçı arasında dururken, muzaffer bir komutan olarak ne kadar ince ruhlu olduğunu göstermek istiyordu. Bu fotoğraf, Almanların Fransa’ya medeniyeti, kültürü ve sanatı götürdüğünü iddia ediyor. 

İstiklal Marşı’mızda boşuna “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar!” demiyor milli şairimiz Mehmet Akif.. Amerika da Irak’a demokrasi getirmek için girmedi mi? 

Berlin, Paris, Londra, Washinton, Moskova ve Pekin’i bir gün İlay-ı Kelimettulah için fethedecek İslam devleti başkanı, eminim ki ne böyle fotoğraflar çekilme hevesine düşecek, ne de “Sizi medenileştirmeye geldik!” diyecek. 

Güvenlik, adalet, barış ve huzur götüreceğinden İstanbul’un fethinde olduğu gibi bu ülkelerin halkları bayram sevinci yaşayacaklar ve başkanımızı çiçeklerle karşılayacaklar.

http://www.haber7.com/yazarlar/mustafa-yurekli/1320105-baskanimiz-hitler-gibi-eyfelde-fotograf-cekilir-m






12 Mart 2015 Perşembe

ÜMMETİN HAREM VE SİRKECİ GARLARI Mustafa Yürekli


Mustafa Yürekli, Sultan Abdülhamit'in yaptırdığı Sirkeci ve Harem garlarında Balkan, Kafkasya ve Ortadoğu trenlerimizi bekleyişini anlatıyor. Gelmeyeceklerini anladığı anda da yıkılışını.. Ve umudunu!

İstanbul'da tren garlarına gidince, fena halde sarsılıyorum. Sultan Abdülhamit'in yaptırdığı Sirkeci'deki gara gidince de, karşıda, Harem garına gidince de ümmeti bütünleştirecek büyük ulaşım ve iletişim projesinin yarım kalışının verdiği acıyı yüreğimin ta derinliklerinde hissederim.

Sultan Abdülhamit'in demiryolu projesi tamamlansaydı, Sirkeci'den kalkan trenlerimiz, balkan şehirlerimize götürecekti bizi. Balkan trenlerimizin, MakedonyaKosovaBulgaristan, Selanik (Yunanistan), RomanyaBosna HersekSırbistan ve Arnavutluk trenlerimizin biri gidecek, biri gelecekti.. Sirkeci garında, Viyana trenimizi bekleyebilirdik bugün! Güney Akdeniz kıyısı boyunca bir tren yolu niçin uzanmasın ki? Harem garında da Kafkasya, İran, Pakistan, Afganistan, Hicaz, Irak,Körfez, Suriye, Filistin, Mısır, Cezayir, Libya, Tunus ve Fas trenlerinin gidiş gelişlerinden yararlanıyor olabilirdik.

Dönemin dünya güçleri, özellikle İngiltere, Sultan Abdülhamit'i tahttan indirmekle yetinmedi, Halifeliği de ortadan kaldırdı, İslam medeniyetini yıktı, kırk katırla Osmanlı hanedanı dünyanın kırk kör köşesine sürdü ve koskoca İslam coğrafyasını kırk satırla paramparça etti.

TCDD'nin İstanbul'daki iki ana istasyonunda, Sirkeci'de Avrupa, Balkan trenlerimizi, Haydarpaşa'da da Asya, Kafkasya, Afrika ve Ortadoğu trenlerimizi beklerim ben her zaman..Tren beklemek, ümmetin sağlığına kavuşmasını, kendini toplayıp ayağa kalkmasını ve koşuşturmaya başlamasını beklemek anlamına gelir benim için. Beklediğim ümmetin trenlerinin gelmeyeceklerini anladığım anda da fena bir hüzün çöker üstüme, evet, yıkılırım, çökerim. Yıkıla yapıla geldim bugünlere.
Haydarpaşa Garı, 1908'de İstanbul - Bağdat Demiryolu hattının başlangıç istasyonu olarak inşa edildi. İstanbul'un Anadolu yakasında, Kadıköy'de bulunan gar, TCDD'nin ana istasyonudurOsmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde, ümmetin son bir gayreti olarak, Bağdat Demiryolu yanında İstanbul-Şam-Medine (Hicaz Demiryolu) seferleri de yapılmaya başlanmıştı. Şam treni, Sana'ya kadar gidiyordu. Günümüze kadar Sana'dan öteye, güney Akdeniz kıyısı boyunca, ta Fas'a kadar götürebilmeliydik tren yolumuzu.

Haydarpaşa Garı'nda oturup, derin düşüncelere daldığım çok olmuştur. Ulaşım teknolojisine bir servet gömdük, sömürüldük. Artık her şeyi kendimiz yapmamız gerekmez mi? Artık tren yapabiliyoruz, hem de hızlısını. Bir tren kaç bin otomobil eder? Uçak, gemi yapabiliyoruz.. Bir uçak, bir gemi kaç otomobil eder? Kardeşlerimize de öğretebilirsek, tren, gemi ve uçak yapmayı, İslam coğrafyasının dört bir köşesinde üretilebilir bunlar.. Yoksulluğu nasıl yeneceğiz?

Günümüzde, ümmetin trenleri Sirkeci ve Haydarpaşa garlarımıza gelmiyor belki ama.. Havaalanlarında İslam coğrafyasının farklı köşelerinden gelmiş kardeşlerimizle karşılaşıyorum.. Kimbilir belki limanlarda da, otogarlarda da karşılaşılabilir onlarla? İslam ülkelerinin en ücra şehirlerinde bile gençlerimiz ellerinde çanta cirit atmalılar; ye bir sivil toplum kuruluşumuzun etkinlikleri için, ye da ithalat ihracat için, ama mutlaka gençlerimiz koşuşturmalılar.
Ümmetin Harem ve Sirkeci garları, İslam Birliği'nin sembolleridir. Bir gün onların canlandığını görmek, hayattaki büyük arzularımdan biridir.

http://www.haber7.com/yazarlar/mustafa-yurekli/957537-ummetin-harem-ve-sirkeci-garlari

BİLGİ EKONOMİ VE POLİTİKA GÜÇLERİ Mustafa Yürekli








Modern dünyada insanın aşkınlaşması ve buna bağlı olarak da politikanın, dinin, bilimin ve düşüncenin alanını da kapsayacak şekilde sınırlarını genişletmesi ciddi bir sorun olarak önümüzde duruyor.

Sezai Karakoç "Bir toplumda, politika, kendi alanının dışına taşmış, diğer bir değişle, araç olmaktan çıkıp amaç olmaya yüz tutmuşsa, o toplum için tehlike çanları çalmaya başlamış demektir.. Eski Yunan, Kartaca, Roma ve İslam tarihinde, bozuluşun şaşmaz ölçüsü olarak gözlemlenmektedir bu.. Ağır kriz çağlarında politika, başlangıçta, her derdin çaresi gibi kendini ileri sürmüş, fakat, kısa bir zaman sonra ortalığı toz duman eden bir anarşi ve terör bulutuna sarmalanarak, ters bir tepkiyle, normal alanını da yitirmiştir.." der.

İslam medeniyeti, hakikate sadık kalmakla sorumlu tuttuğu bilgi, ekonomi ve politika güçlerine gösterdiği hedefler ve çizdiği alanla toplum için yararlı bir denge kurmuştur. İslam’da hakikate sadık bilgi, nasıl Hıristiyanlıkta olduğu gibi ekonomik ve politik güçleri elinin altına almak azgınlığından uzak tutulmuşsa, aynı şekilde politikanın da faşizm ve sosyalizmde olduğu gibi bilgi ve ekonomi güçlerini kendine ram etmekten men edilmiştir; İslam medeniyetinin uygun bulmadığı bilgi ve politik güçlerin ekonomik gücün emrine girmesi de kapitalizmi doğurduğu çağımızda tecrübe edilen bir gerçek.

İslam toplumu, son iki asırdır politikayı her şey haline getirerek bozgununu yaygınlaştırıp derinleştirmektedir. Aydın iktidar ilişkisi bakımından ele alınacak olursa; aydının duruşunu koruyamayışı, politikanın eli altında kalışı, sonuçları felaket olan ciddi bir çözülememiş sorundur. Politika, kabalaşarak ve sertleşerek aydını ezerken kendi meşruiyetini de yitirir oysa.

Sürekli değişim halinde olan bilgi, ekonomi ve politikanın, hiç değişmeyen, evrensel hakikate uygun ve sorumlu hareket etmeleri, tarihin tanıklık ettiği gibi sadece İslam medeniyetinde mümkün olabilmektedir. İslam’da bu üç güç, alanları sınırlı, işlevleri tanımlı, sorumluluk yüklü, toplumsal işlevleri belli, medeniyeti ayakta tutan toplumsal araçlarıdır. Bu üç güçten hangisi araç olmaktan çıkıp amaçlaştırılırsa, o toplumu hemen bozmaya başlayacaktır.

NECİP FAZIL'IN İNÖNÜ VE BAYAR'LA İLİŞKİSİ Mustafa Yürekli




Necip Fazıl Kısakürek’in (1904 – 1983) Atatürk, İsmet İnönü, Celal Bayar, Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan ve Alparslan Türkeş’le çok ilginç anıları vardır. Bu ilişkiler, siyasete sanat penceresinden bakma imkanı verdikleri için önemlidir.
Bu ilişkiler, siyasete sanat penceresinden bakma imkanı verdikleri için önemlidir.  
Atatürk’ün vefatında  Necip Fazıl’ın kaleme aldığı “O Türk’e, hem Türk’ü hem Avrupalıyı inandırabildi” başlıklı yazıya (Cumhuriyet Gazetesi, 26 Kasım 1938) ilişkin burada yayınladığım değerlendirmelerim bir hayli ses getirdi. Necip Fazıl hayatı boyunca Atatürk’e saygısızlık etmedi, demiştim.  Olumlu olumsuz pek çok tepki topladı, bu yaklaşımım..
Necip Fazıl Kısakürek’in İsmet İnönü ve Celal Bayar’la ilişkisine değineceğim bu yazıda da..
CUMHURİYET’İN  İLK  KUŞAĞI  VE  NECİP FAZIL
Necip Fazıl, 10 yaşındayken, İttihat ve Terakki yönetimindeki Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’na katıldı ve 14 yaşındayken savaş bitti: Osmanlı yenilmiş, ülkemiz işgal edilmişti..
Milli Mücadele yıllarında, henüz 17 yaşındayken, o günkü adıyla "İstanbul Darülfünûnu Edebiyat Medresesi Felsefe Şubesi "ne girdi. (1921)
O dönemin edebiyat dünyası, Mehmet Akif’in çıkardığı Sebilü’r Reşat, Ziya Gökalp'in kurup Yakup Kadri ve arkadaşlarının çıkardığı Yeni Mecmua, Yahya Kemal’in çıkardığıDergâhAnadolu MecmuasıMilli Mecmua ve Hayat Mecmuası’ndan oluşuyordu. Necip Fazıl, ilk şiirlerini bu edebiyat çevrelerinden Yeni Mecmua'da yayınladı. (1922)
Necip Fazıl, çocukluğunda Osmanlı’nın yıkılışına tanık oldu ve Cumhuriyet’in ilk kuşak gençleri arasında yer aldı. O daha çok Cumhuriyet Türkiye’sinin vicdanı ve sesi olarak yetişecekti: Cumhuriyet’in ilanından iki yıl sonra, Fransa dönüşü, ilk şiir kitabı "Örümcek Ağı"nı 1925'te bastıran Necip Fazıl, Henüz 24 yaşındayken de, "Kaldırımlar" isimli ikinci şiir kitabını yayınlandı.(1928)  
BAYAR’IN ADAMI NECİP FAZIL
Celal Bayar ile Necip Fazıl’ın ilişkisi İş Bankası’na dayanır; Bayar, İş Bankası Genel Müdürü iken Necip Fazıl da aynı bankada çalışmaktadır. Üçüncü şiir kitabı "Ben ve Ötesi”nin çıkışından sonra şöhretinin zirvesindedir. (1933) Bir genç şair, Cumhuriyet’in 10. yılında hece vezniyle metafizik şiirler söyleyerek bu toprakların sesi olmuştur.
Bayar, İş Bankası Genel Müdürlüğü’nden 1935’te İktisat Vekilliği’ne, 1937’de de Başbakan’lığa yükselir. Necip Fazıl da İş Bankası’nda müfettiş olur. Necip Fazıl 1936 yılında, Celâl Bayar’ın desteğiyle Ağaç dergisini 16 sayı çıkarır. Dergi, satmaz, kapanır.
Dönemin sanatçılarını dergisinde toplamayı başaran Necip Fazıl, İş Bankası’na müfettiş olarak döner. 1937-38 kışında, "Bir Adam Yaratmak" İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda Muhsin Ertuğrul tarafından temsil edilir ve büyük ilgi toplar.
Dolayısıyla başlangıçta İsmet İnönü Necip Fazıl’ı “Bayar’ın adamı” olarak görmektedir. 
İsmet İnönü, mimleyecek kadar Necip Fazıl Kısakürek’le yakından izlemişti. Bu ligi,“Bayar’ın adamı” olarak görmekten başlayıp tanıdıkça “can düşmanı” olacak boyuta varacak kadar şiddetlenmişti.
İnönü’nün Necip Fazıl’a tavrındaki bu sertleşmenin gerçek nedeni, karşıt ideolojilere bağlı olmalarıdır..
İNÖNÜ’NÜN CAN DÜŞMANI  NECİP FAZIL
Atatürk’ün öldüğü günden bir gün sonra, 11 Kasım 1938’de, İsmet İnönü, Cumhurbaşkanı olarak Çankaya’ya çıkarken, en kısa sürede Celal Bayar da Başbakanlıktan uzaklaşacak, yerine  Refik Saydam geçecektir  ve Necip Fazıl da İş Bankası’ndan istifa edecektir.
kullan
Zamanın Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel tarafından önce Ankara Devlet Konservatuarı’na, sonra da İstanbul'a Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimarî Bölümü’ne tayin edilir. Bu arada Haber ve  Son Telgraf gazetelerinde fıkra yazarlığı yapar.
Ve 1943'de, Cumhuriyet’in kuruluşunun 20. yılında, Büyük Doğu’yu çıkarmaya başlayınca Celal Bayar’la da görüşür ve “aksiyonumuzu kendisine bağlayacağımız bir devlet adamı aramaktayız” diyerek  “Büyük Doğu” davasının liderliğini teklif eder. O tarihte 60 yaşındaki Bayar’ın cevabı, “Ben artık siyasî hayatımı bitirmiş bulunuyorum!” olacaktır. Oysa iki yıl sonra Demokrat Parti’yi kuracaktır.
Büyük Doğu çıkarken gerçekleşen Nacip Fazıl - Bayar görüşmeleri, aynı zamanda Cumhuriyet devrimleri ve Milli Şef değerlendirmesi olduğundan çok önemlidir:  
Bayar, davasını, "Atatürk'ün ilkelerine sadakat ve onun da gayesi olan millet hâkimiyetine dönme ve bu işin iklim şartı olan hürriyet ve demokrasiyi gerçekleştirme" şeklinde formülleştirmiş ve ifade etmişti. Bayar, Halk Partisi’ni de işte bu "ilke" ve "ülkü"den inhiraf etmiş olmakla suçluyordu.
Necip Fazıl, Büyük Doğu çevresi olarak, Cumhuriyet devrimlerinin “madde kurtarıcılığı içinde ruh batırıcılığına gittiğini” ve  “Türkün ruh kökünü zedeleme yoluna girdiği”ni savunuyordu.  Anlaşamadılar..
Necip Fazıl, görüşmeye dair “dünya görüşlerimizi barışmaz şekilde birbirine zıt”bulduğu değerlendirmesini yapacak ve yazacaktır. Çünkü Necip Fazıl, 1934’te Abidin Dino’yla birlikte Eyüpsultan’da ziyaret ettikleri Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri'ne bağlanmış ve çıkardığı Büyük Doğu dergisi İslam düşüncesini savunmaktadır. 1940 yılında Türk Dil Kurumu için "Namık Kemal" kitabını kaleme alırken de araştırmaları derinleştirdikçe Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri'nin Ulu Hakan Abdülhamît hakkında söylediği gerçekleri bizzat görmüştür.
Necip Fazıl, İnönü ile Bayar’ın farklı partilerin liderleri olduklarında bile siyasetleriyle İttihat ve Terakki’nin devamı olduklarını belirtiyor ve eleştiriyordu. 
İsmet İnönü, Büyük Doğu dergisi yüzünden Necip Fazıl’a “can düşmanı”  olarak davrandı.