13 Mayıs 2015 Çarşamba

BİR SİYASET FELSEFESİ KURMAK Yüksel Kanar


Genel olarak bütün bir İslâm düşüncesi ve daha özel olarak da bunun bir parçası olan İslâm siyaset düşüncesi, her halde son yüzyılların en fazla ihmal edilen konularındandır. Müslüman ülkelerde de, İslâm’la ilgili araştırmalar nicelik olarak artmasına rağmen, nitelik bakımından ortalama bir düzeye bile ulaşamamıştır. Parça parça çok sayıdaki çalışma, ne yazık ki belirli bir konuda toplu bir fikir vermekten uzaktır. Antony Black, Siyasal İslâm Düşüncesi Tarihi adlı eserinde bu gerçeği dile getirerek Batılı siyasal düşüncelerin ayrıntılı olarak incelenmesine karşılık, İslâmi siyasal düşüncenin ancak bazı yönlerinin incelendiğini ifade etmiştir. Batılı siyasal düşüncenin, genellikle ilk Yunanlılardan günümüze kadar gelen bir gelişim çizgisinde ilerlediği kanıtlanmaya çalışılmış, bu “siyasal düşünce tarihi” üniversite ders programlarına sokulmuştur. “Oysa İslâmi siyasal düşünce tarihini bir bütün olarak ele alma ve bu düşüncenin tarihini başlangıcından günümüze kadar izleme çabaları hemen hemen hiç yok gibidir.”
Akademik çalışmaların bu yöne yönelmesi ve okullarda ders olarak okutulması, konunun derinleşmesi ve yaygınlaşması için önemlidir. Bizim üniversitelerimizde okutulan siyaset felsefesi derslerinde İslâm siyaset düşüncesine yer verilmemesi, bu eksiklik dolayısıyladır. Böylece Batılı siyasal düşüncenin bütün ayrıntılarına kadar incelenmiş olmasına karşılık İslâmi siyasal düşüncenin ancak bazı yönlerinin incelenebildiği, sorunun temelini oluşturuyor. Bu durum, İslâm dünyasında çeşitli büyük devletlerin kurulması ve uzun ömürlü olmalarına rağmen siyaset düşüncesinin bulunmadığı gibi yanlış bir algı doğurmuştur. Yapılan parçalı ve eksik çalışmalar ise bütünü göstermekten çok uzak kalmıştır.
İslâm dünyasının bu eksiği, aslında bütün önemli konularda kendini hissettirecek kadar belirgindir. Söz gelimi, Müslümanlar üzerinde etkileri bugün bile süren Haçlı saldırıları veya Moğol istilâsı gibi büyük tarihi olaylarla ilgili, Batılı etkilerden uzak gerçek tarihlerden yoksunuz. Oysa Batı’da bu konularla ilgili şaşırtıcı genişlikte bir literatür oluşturulmuştur. Bizim algılarımızı da ne yazık ki bu literatür belirlemekte ve yönlendirmektedir. Bugün kendimize ait özgün bir siyasal düşünceye sahip olmamamızın nedenleri arasında bu gerçeğin büyük payı vardır.
Black, İslâm siyasal düşüncesiyle ilgili kapsamlı tek çalışmanın Nagel’e ait olduğunu, ancak bunun analitik olmadığını ve tarihsel ilişkileri araştırmadığını söyler. Ona göre Ervin Rosenthal ve Lambton, birçok farklı düşünürü ele aldıkları halde, ikisi de kapsamlı değildir ve düşünürleri tarihsel bağlamları içinde değerlendirmezler. Sonuç olarak Black için “İslâm’ın bu alandaki başarıları siyaset felsefesi bilginleri tarafından neredeyse tamamen gözardı edilmiştir”. Ayrıca Black, şu önemli belirlemeyi yapıyor: “Eğer Avrupa’da yazmış olsalardı İbn Sina ile Mâverdi’yi ne kadar iyi tanırdık bir düşünün!”
İslâm dünyasında, fıkıh, kelâm ve felsefe disiplinleri içinde siyasal düşünceyle ilgili yazan o kadar çok kişi vardır ki, bunların çok azı konusunda araştırmalar yapılmıştır. Bunun nedeni de, yine Black’ın ifadesiyle, “Batılı siyasal düşünce tarihinin kendisini ‘siyasal düşüncenin tarihi’ olarak görmesi ve göstermesi”dir. Çünkü Batıcı anlayışta bir şeyin tarihte değerli olabilmesi, onun yalnızca şu anda sahip olunan ve üzerinde uzlaşılan (çoğunlukla liberal demokrat) fikirlere ulaştıran şey olduğu varsayımına bağlıdır: “(…) bu tarz bir yaklaşımın entelektüel tarihin çoğunu, belki de büyük bir bölümünü görmezden geldiği açıktır. Bu yaklaşım, daha sonra gelen düşünürlerin ve düşüncelerin bu gelişime yaptıkları düşünülebilecek katkılara önyargıyla yaklaşmak anlamına gelmektedir. Daha da önemlisi, geçmişteki farklı düşüncelerin gelecekte varılabilecek bir uzlaşmaya yapabileceği katkıları da yok saymaktadır. (…) Hepsinden önemlisi, düşüncelere böyle teleolojik bir biçimde yaklaşılmamalıdır. Bunun sonucu elenmiş bir tarih olur. Hiçbir botanikçi bir bitki haritası çıkarırken araştırmalarını sadece belli bir iklimde yetişen veya orada yetişmesi mümkün olan bitkilerle sınırlı tutmayı düşünmez. Kısmi tarihler de türümüzün kısmi olarak anlaşılmasına yol açar.”
Bu sözlerdeki doğruluğa rağmen, yine de Black’in bakışındaki oryantalist Batımerkezciliği görmezlikten gelemeyiz. Çünkü o, İslâmi siyasal düşünce tarihinin anlaşılmasını, Avrupa siyasal düşünce tarihinin daha iyi anlaşılması için bir araç olarak gördüğünü söylemektedir. Nitekim başlangıç dönemlerinde İslâm ve Avrupa siyasal kültürlerinin birbirleriyle, diğer kültürlerle paylaştıklarından daha fazla şey paylaşmış oldukları doğrudur: Evet, “hem İslâm hem de Hıristiyan âlemleri Akdeniz dünyasının parçalarıdır. İslâm’ın entelektüel tarihi hem coğrafi olarak hem de içerik anlamında Avrupa’ya çok yakındı.” Ancak bu durumun, “bu yüzden Avrupa’nın biricikliğini açıklamak için onu mutlaka İslâm âlemiyle karşılaştırmak gerekir. (…) İşte bu yüzden İslâm dünyası Avrupa’ya paradigmatik bir alternatif sunmaktadır” görüşü, yani eşit coğrafyalardan birine nedensiz üstünlük tanınması son derece yanlıştır.
Şu halde ihmal edilen İslâm siyasal düşüncesi konusunda Batılı araştırmalara bel bağlamamalı, konunun gereğince anlaşılması için bütünlüklü çalışmalara ağırlık vermeliyiz. Bu anlamda bizzat Müslümanlar tarafından yazılacak kapsamlı ve ciddi çalışılmış bir İslâm siyaset düşüncesi tarihi, acil ihtiyaç olarak görülmektedir.
Diriliş Işığı, 2015

YOZ PARTİLERİN ÜLKEMİZE GETİRDİĞİ: İÇTE BİTMİŞLİK; DIŞTA TESLİMİYET VE MAHKÛMLUK


Ülkemiz nereye gidiyor? Bunun farkında mıyız? Acaba başımızı avuçlarımızın arasına alıp düşünüyor muyuz? Ülkenin geleceği emin, ufku aydınlık, göğü masmavi ve parlak mıdır? Bilim adamlarımız, yazarlarımız, devlet ve siyaset adamlarımız ne diyor, ne düşünüyor ve daha önemlisi ne yapıyorlar? İşte milletimizin şimdi en çok üzerinde durması gereken sorulardır bunlar.

1990’dan sonra dünyada aslında çok büyük değişiklikler yaşandı. Adeta gözle görünür ya da görünmez fırtınalar esti, kasırgalar koptu. Rusya’da komünist rejimin çökmesi, Demirperde’nin ortadan kalkmasıyla doğu Avrupa’nın Rus esaretinden kurtulması, Körfez Krizi ve savaşı, İran-Irak savaşı, bitmek bilmeyen Afganistan’daki iç savaş ve en son noktalandırılmış görünen İsrail-Filistin savaşı ve daha bir nice irili ufaklı olayın ördüğü değişim kurgusu, sadece 20. Miladî yüzyılı 21. Miladî yüzyıla devretme anlamına gelmekle kalmıyor, adeta bir çağdan bir başka çağa atlama niyetinden bir görünüm sunuyor. Yeni Dünya Düzeni adı altında edebiyatı yapılarak gözleri boyanan bu yeni sömürgecilik, emperyalizm dalgası, sadece ülkelerin maddî varlık ve verimlerini hedef almış olmakla yetinmeyip son direniş noktaları olan geçmişlerinden, geçmiş medeniyetlerinden ne kalmışsa onu da silip süpürme, hatta şuuraltılarında olanı da kazıyıp insanları geçmişsiz, geleceksiz, hatırasız ve umutsuz, etten robotlar ve Yeni Dünya Düzeninin işçileri ve hizmetçileri haline getirme planına dönüşmüş bulunuyor. Batıyla Doğunun tarih boyu karşılaşmalarının bu sonuncusu ve belki en trajiği olan (karşılıklı güçler arasındaki nispetsizlik ve bir tarafın en keskin olumsuzluk bilincine karşılık öbür tarafın savunmadaki müthiş bilinçsizliğinden doğan trajiği kastediyoruz) bu ikilem, bilhassa Ortadoğu denilen İslâm Ülkesini tam kalbinden vuruyor, adeta ölümcül şekilde yaralıyor.

İşte, Haçlı Seferlerinden ve Moğol İstilâsından bin beter bu istilâ, sessiz ve sedasız yürüyor. Barış adı altında yürüyor. Kurtuluş adı altında yürüyor. Buna karşılık, Ortadoğu aydınları, bilim, düşünce ve siyaset adamları ne kadar hazırlıklıdırlar, ne derece işin korkunçluğunun farkındadırlar? Bunu zaman gösterecektir. Zamanın göstermesi, artık iş işten geçtikten sonra fark edilecektir. Oysa, bize şimdiden geleceği kestirecek ileri görüşler gerekli.

İktidar ve muhalefet partileri ise, 60’lı 70’li yıllarda yaşıyorlarmışçasına bir kavganın içine gömülmüş, adeta dış dünyadan soyutlanmış durumdadırlar. Liderlerini gençleştirme, bu partileri günümüzün gerektirdiği yenilenmeye kavuşturamamıştır. İç politikada tam bir karmaşa ve belirsizlik, dış politikada da tam bir teslimiyet ve mahkûmluk, bu partilerin ortak tutum ve hatta karakteri haline gelmiş gibi gözüküyor. Ülkemizin kaderi bu mu? Kara alınyazısı mı bu yurdumuzun? Hayır ve asla. Ama, iki yüz yıldır devreye sokulan kadrolar, gide gide ve götüre götüre bu noktaya ve bu sona eriştirdi bizi. Şimdi, asıl, bugüne kadar devreye sokulmayan ve sokulmak istenmeyen yepyeni bir kadronun öne çıkması ve ülke yönetimine egemen olması gerekmektedir.

Son derece ince bir dış politika ile birlikte memleketin sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasal gelişim ve dirilişinin sağlanarak Ortadoğu denilen Büyük Ülkemizde yeniden
ayağa kalkış ve büyük devlet oluş imkânlarını arama ve gözetme biçiminde oluşacak iç politikayı izleyecek bilinçli, ahlâklı, idealist bir neslin, diriliş neslinin öne çıkmasından başka bir çıkış noktası görünmüyor.

Eskiyen, yenilenemeyen ve yenilenemeyecek gibi gözüken partilerin, büyük parti denilen partilerin tasfiyesi artık memleket için şart olmuş, adeta ölüm kalım meselesi haline gelmiştir.

Küçük parti denilen partileri ise küçük değil, yeni partiler olarak görmek, sanırız, daha gerçekçi ve umut verici bir yöntem ve bir siyaset olacaktır.

Artık müzmin hale gelen enflasyon, kişilerin ekonomik dirençlerini de kırmakta, son birikimleri de tüketmektedir. Devletin iktisadî teşekkülleri can çekişmekte, buna karşılık özel teşebbüs, dış ekonomik istilâ karşısında ayakta duramayacak gibi gözükmektedir. Bu bakımdan özelleştirme de, dertlere çare gibi görünmemektedir. Sosyal bakımdansa durum ekonomik durumdan da daha vahimdir. Bizi kaynaştırıp bir millet haline getiren ölümsüz değerlerimiz, adeta yokoluşa terkedildiğinden, etnik çözülüşler şeklinde görülen çürüyüş, korkulur ki, daha başka alanlara da sıçrasın. Batı, yurdumuzu kesinlikle Hristiyan toprağı yapma kararı vermiş, bunun için içimizde tohum halinde bulunan ayrılma, çözülme, çürüme istidatlarını körüklemek, kamçılamak, için elinden geleni ardına bırakmıyor. Güneydoğu sorununda Batının bu tutumu ayan beyanken yine de aydınımız uyanmıyor. Daha başka alanlara da sıçratılmak istenen ayrılık ateşi körükleniyor. Gözümüzün önünde İstanbul üzerinde oyunlar oynanıyor. Yeni Ortodoks dünyası kurulması, Yeni Ermenistan hülyası, Yeni Rum büyümesi gibi çalışmalarla Anadolu’daki varlığımız sona erdirilmek isteniyor. Buna karşılık partilerimiz ne gibi düşüncelere sahiptir, bilinmiyor. Ne gibi önerileri vardır bu konuda, belli değildir. Farkında oldukları bile şüphelidir tehlikeden. Partilerimiz, bir tarih görüşüne ve bir fikir temeline sahip olmadıklarından, günlük yaşantıdan öteye geçemiyorlar, siyaset, günübirlik dedikodudan ibaret kalmaya mahkûm oluyor.

Dış politikada, işler daha acı bir görünümde. Kıbrıs, sanki, kaderine terkedilmiş durumda. Batı Trakya, Bosna Hersek, Türkî Cumhuriyetler denilen kardeş ülkeler, Afganistan, hepsi artık bizim pek karışamayacağımız, dışımızda, Batının iştiha ve istilâsına mâruz, sadece seyircisi olduğumuz facialar. Sırasını bekleyen kurban gibi köşesinde duran bir ülke gibiyiz. Hatta bunun daha ötesi: kurbanları kurban mahalline taşımak ve kurban edicinin önüne elleri kolları bağlı teslim etmekle yükümlü bir kurban durumundayız.

Bu zincir, bu mahkûmluk zincirini nasıl kıracağız? Avrupa’nın, ya da Ortadoğu’nun yüreğine bir hançer gibi sokulmuş tüm Batı’nın, gelip yatağımızda işimizi bitirmesini kurbanlık koyun gibi bekleyip duracak mıyız? Oysa en umutsuz sanılan anda bile Allah’tan umut kesilmez. Gün doğmadan neler doğar. Yeter ki, umutsuzluğa kapılmayalım. Yeter ki, köklü çözümlerden yana olalım. Yeter ki, sun’iliklerden kaçınalım. Yeter ki yeni nesli, diriliş düşünce ve duyarlığıyla yetişmiş genç nesli, “Diriliş Nesli”ni devreye sokmanın yolunu bulalım.

Bu iş partiyle olmaz diyenler, mevcut duruma razı olmuş olurlar ki, bu gidiş de doğrudan doğruya tarihin tozlu sayfaları arasında yitip gitmedir. Asıl bu iş cemaatle, vakıfla veya geleneksel kurumların zamanımızda son derece zayıflamış devamları olan müesseselerle olmaz. Vakıf, dernek, cemaat vb.nin başka fonksiyonları vardır ve asla devletin yerine geçemezler. Kimilerinin de kötü tatbikattan şikâyetleri adeta devlet düşmanlığına dönüşmüş, sivil toplum, insan hakları adı altında devletin sağlık ve güçlülüğüne duyarsız hale gelmişlerdir. Oysa, insan hakları, demokratikleşmiş toplum, sivil toplum dedikleri özellikler, ancak güçlü ve güvenlikli bir devletin varlığıyla var olan niteliklerdir. Kişi, toplum ve devlet ilişkisi sağlıksız ülkelerin akıbeti karanlıktır. Güçlü kişiler, güçlü toplumu, güçlü toplum da güçlü devleti teşkil eder düşüncesi doğrudur. Ancak tek boyutlu bir doğrudur bu. Tersinden de sağlanması lazım bu kuralın. O da güçlü devlet, toplumunu, güçlü toplum da, kişiyi güçlü kılar.

Tanzimat’tan bu yana bir rejim yanlışı içindeyiz. Bu, devleti de işlemez hale getiren bir sistem yozlaşmasına dönüşmüş durumda. Yüzeysel bir düzenleniş, reform,
ikinci cumhuriyet, değişim ifadeleri ve girişimleriyle Batının arkasından koşup alelacele ona yeniden uyarlanma, kurtuluş getirecek bir köklü davranış olmayacaktır. Biz bu filmleri çok gördük diyebiliriz haklı olarak bu tür yeni oluşum iddiaları için.

Evet, bu düşüncelerle doğdu “Diriliş Hareketi”. Hareketimizin bir tarihî ve fikrî temeli vardır. “Diriliş Görüşü”, hareketimiz tarih yorumu ve çözüm paketidir. “Diriliş Tezi”, kurtuluş yöntemimizdir. Batının kurduğu müthiş ölüm tuzağından ancak “Diriliş” reçetesi ile kurtulabiliriz.

Medya bizi duyurmadı ve tanıtmadı. Medya, kökeni itibariyle, misyonu icabı buna mecburdur. Yeni ve milletin bağrından doğmuş yeni bir medyayı getirmek zorundayız.

Milletimiz, büyük bir millettir. Tarihinde en umulmadık zamanlarda büyük dirilişler gerçekleştirmiş, tarihinin en büyük devlet ve medeniyet atılımını yapmış bir millettir. Yeniden dirilişi gerçekleştirmesini ondan beklemekte ve bu yüzden aydınları harekete geçmeye çağırmakta haklıyız. Umutluyuz. Çağı değiştirecek, yenileyecek güç, milletimizin ruhunda bir tohum olarak beklemektedir. İnsanlığın içine gömüldüğü zulüm ve çağdaş cehalet karanlığını yırtacak ışık, “Diriliş Işığı”, bu tohumu büyütmekle, bir meşale gibi parlayacaktır.

Medeniyetimizin yeraltına geçmemesi, yeniden gün yüzüne çıkması ve ancak onunla yaşayabileceğimiz, varolabileceğimiz gerçeğinin bilinmesi, ancak hareketimizin, hareketinizin, “Diriliş Hareketi”nin gelişip serpilmesi, büyümesi, her yerde teşkilâtını kurması ve Devlet yönetiminde söz sahibi olmasıyla mümkün olacaktır.


(Diriliş Işığı 1994)

GERÇEK DURUM VE TEK UMUT



Yeni bir genel seçime gittiğimiz bu günlerde, ülkemizin ve onu yönetmek iddiasında olan partilerin durumunu gözden geçirmekte, en azından, yurttaşların oylarını kullanırken daha dikkatli ve daha donanımlı olmaları açısından büyük yarar vardır. Oy verme, seçimden seçime bir kez olmaktadır. Oy verip daha sonra pişman olmak, daha sonraki bir seçime kadar bir fayda sağlamaz kimseye.

Adalet ve Kalkınma Partisi, çok partili düzene geçtiğimizden beri, en uzun süre iktidarda kalmış parti olmak açısından talihli bir partidir. Halkın oyuna ve iltifatına mazhar olmak açısından şikâyete hakkı olmayan bir durumdadır. Buna karşılık, iktidar, icraatının propagandasını çok ustaca, profesyonelce yapmakta olsa da, ülkenin temel, ana, yani öteden beri süregelen sorunlarının, geleceğimizi teminat altına alacak şekilde kökten çözüme kavuştuğuna dair, gözle görülür elle tutulur bir ilerleme, ne yazık ki, gözlemlenememektedir.

Dış politikada, İslâm Âlemine açılma siyaseti başarısızlıkla bitmiş, Suriye, Mısır ve Libya ile olan ekonomik ilişkiler dahil bütün bağlar kopmuş, bölgedeki bölünmeler ve parçalanmalar sonucunda, bazı ülkelerle birlikte bir tarafa savrulmuş olan ülke, diğer her bir İslâm ülkesi gibi, geleceği karanlık ve diğer ülkelerle çatışma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış durumdadır.

Bu durum, şüphesiz, batılı ve doğulu büyük devletlerin İslâm Dünyasını parçalama, istilâ ve işgâl emellerinden doğmaktadır. Ancak, bunu önceden görüp diğer İslâm ülkelerini uyarmak ve buna bir çare aramak, bunun için bir araya gelmek, birleşmek gerekirken, batılılarla birlikte hareket etmek, onların çizgisinde yürümek, hep tâbi olmak, hiçbir zaman gerçek bir inisiyatif kullanamamak, ülkemizin geleceği için en büyük bir handikaptır.

Öte yandan muhalefetin durumu ise içler acısıdır. Kendisine Rejim tarafından 1950’den itibaren altın tepside “ana muhalefet” olma tacı sunulmuş olan CHP, tarihi boyunca, gerçek bir otokritiğe yanaşmamış, hep batıcı, hep ruhuyla tek partici, dolayısıyla yapıcı olmaktan çok yıkıcı olmuştur. Ülkenin geleceği için en ufak bir ümit vâdetmemektedir. Ülke, iki buçuk parti tekeliyle, hep bıkmadan, ayni oyunu oynamak, seçim adına ‘’biz bu filmi görmüştük’’ dedirtecek bir manzara sergilemek zorunda bırakılmıştır.

Suni bir gerginlikle taraftarlarını kızıştırarak alınabilecek en fazla oyu almak için âdeta danışıklı döğüş oyununa devam etmek, milletler yarışında maalesef zaman kaybetmekten başka bir sonuç doğurmamaktadır.

Onar yıllık sürelerle, üç defa yönetime getirilmiş BATICI SAĞ, iktidar ayağında, dördüncü kez, son denemesini yapar görünmekte, genellikle muhalefette kalmış görünmekle beraber darbelerle iktidara gelmişlik veya ortak olma fırsatını kaçırmamışlık gibi sicilinde gölgeler bulunan BATICI SOL da, zamanla birlikte, tarih içinde silinmeden önce son uzatmalarını oynamaktadır.

Ya hep, ya hiç, Milletimizin tarihteki talihi hep böyle olmuştur. Ümit ediyoruz ki, bu seçim, iktidar ve muhalefetiyle dışa bağımlı politika ve yönetimin çıkmaz bir yol olduğunu Milletimize gösterecek ve DİRİLİŞ YOLU açılacaktır.

Yıllardır, kitaplarımızla, yazılarımızla, konuşmalarımızla izlenmesi gereken yolu gösterdik. ‘’İslâm partilerinin kurulmasına imkân tanımak, gerçek kurtuluş yolunu açacaktır’’ dedik. Elinizdeki bu DİRİLİŞ IŞIĞI, ki hareketimizin geçmişinden ve bugününden fikirlerimizi, önerilerimizi ve uyarılarımızı bir demet halinde sunmaktadır, yapılması gerekenler hakkında yeterli bir fikir verecektir sanırız.

Milletimiz için, gerçek anlamda hür ve bağımsız olmak, İslâm Dünyasıyla bütünleşmek, BİRLİĞİN YOLU’nu açmak, İslâm MEDENİYETİ’NİN DİRİLİŞİ’ni gerçekleştirmek, DİRİLİŞ GÖRÜŞ VE HAREKETİ’nin Milletimizce benimsenerek olması gereken gerçek boyutuna ulaştırılmasıyla mümkün olacaktır. Allah’tan dilediğimiz, bu seçim bunun farkedildiği seçim olsun.


Diriliş Işığı, Mayıs 2015, Sayı:1, s.1.


DİRİLİŞ GÖRÜŞ VE HAREKETİ VE MİLLETİMİZ Sezai Karakoç



Bir millet, bir toplum, kendi ruhunu doğuran ve kendi ruhundan doğmuş bir “görüş”le ayakta durur.

Şartlar ne olursa olsun, zaman ne gibi değişiklikler getirirse getirsin, ülkenin yıkılıp yok olması için bütün güçleriyle harekete geçen düşmanlar, hangi akla gelmez usül ve hileleri bulmuş ve onlarla kitleleri etkilemiş, âdeta hipnotize etmiş olurlarsa olsunlar, bir ülke, varoluş savaşını, biçim ve görünümüyle eskinin tıpkısı olmasa da, özü, anlamı ve amacıyla değişmez bir yapı kazanmış olan kendi dünya görüşünün aşkı, harareti ve direnciyle yapar.

O görüş, o milletin hayat temeli olan medeniyetin bir meyvesi ve ayni zamanda o medeniyeti canlı tutan özsuyudur.

Milletimizin tarihte varoluş hikmeti haline gelen ve hayat tarzını belirleyen görüş ve yaşayış, şüphe götürmez bir hakikat olarak İSLÂM’dır. Bundan vazgeçmek veya onu kırpıp budayıp sözde Batı’ya uydurmak, ki uzun bir süredir batıcıların yönetimlere hâkim olarak tuttukları yoldur, çıkmaza saplanıp kalmaktır. Milletimizin tercihi olmayan bu yönelişten mutlaka dönülmesi, tarihten silinmeden yaşamamızın birinci şartıdır.

Diriliş budur. Diriliş ideali, İslâmın Dirilişi dediğimiz, milletimizin, yine İslâmla tarihteki büyük yerine oturması atılımıdır.

Görüşümüz, elli yılı aşkın bir süredir, dergi, gazete, kitaplar yayınlayarak halkımıza anlatılmaya, ulaştırılmaya çalışılmıştır. Görüş, sadece düşünce planında kalmamış, partimizin kurulmasıyla siyaset alanında da kendisini göstermiştir. Hareket, düşünce alanının yanında edebiyat akım ve açılımına da sahip olmuştur.

Diriliş görüş ve hareketi, önce İslâm Medeniyeti üzerinde durmuştur. Daha önce, İslâm Medeniyetini kabul etmekle beraber, geçmişte kalmış, artık bugün yaşamayan bir medeniyet olarak ele alıp artık dünyada Batı Medeniyetinden başka bir medeniyet kalmadığını, bütün meselenin ona adapte olmak olduğunu, aksi iddia edilemez bir gerçeklik gibi ileri sürüyorlardı sözde bilim, düşünce adamları ve genel olarak aydın çevreler.

Biz ise, toplum olarak, İslâm Dünyası olarak bugün dahi İslâm Medeniyeti ile yaşadığımızı, ancak bunun çok düşük bir kapasite ve kalitede olduğunu, meselenin başka bir medeniyete uymak ve uyum sağlamak olmayıp kendi medeniyet seviyemizi lâyık olduğu seviyeye çıkarmak olduğunu ısrarla ileri sürdük. Bugün bu tez, artık birçok çevrede benimsenmeye yüz tutmuştur. Bu gelişme, bize bağlanmasa da, olumlu bir gelişmedir. Kaynağı araştırılırsa gerçek anlaşılır ve o zaman daha bilinçli bir gelişme olur. Şimdilerde de, belki ikinci adım olarak, “DİRİLİŞ’’ kelimesi genel anlamında yayılma aşamasına gelmiştir.

İşte, bu noktada, özgün DİRİLİŞ GÖRÜŞ VE HAREKETİ’nin, devreye girerek, son ve tam bir atılımla, İSLÂM MİLLET ve MEDENİYETİ’NİN DİRİLİŞİ amacını gerçekleştirmesi, inanç, düşünce, edebiyat ve politika alanında olduğu gibi toplumu her alanda ayağa kaldıracak süreçleri tamamlaması ve yeni bir çağ açması günü gelmiştir. Yetişen DİRİLİŞ NESLİ’nin yolu açık olsun. Allah, onu başarıya ulaştırsın.

Diriliş Işığı, Mayıs 2015, Sayı:1, s.1.

DİRİLİŞ’İN IŞIĞINDA POLİTİKA Osman Sarı



Diriliş, Diriliş Partisi’nden öncedir. Diriliş Partisi henüz kurulup politika sahnesine çıkmadan önce, Diriliş yolunun yolcuları Sezai Karakoç’un yönetiminde, önce Diriliş Dergisini çıkarmış, Diriliş görüşünün düşünce edebiyat ve siyaset anlayışı bu derginin sayfalarından toplum karşısına çıkmıştır. Diriliş, yayın hayatına atıldığı ilk sayılarından itibaren, hemen her sayısında, Diriliş logosunun altında kendisinin bir düşünce edebiyat ve siyaset dergisi olduğunu vurgulayagelmiştir. Gerçekten de Diriliş Dergisi her şeyden önce bir düşünce dergisi olarak çıkar karşımıza. Ancak “Teorik düşünce ne kadar sağlam görünürse görünsün, realitenin sert ve çapraşık şartlarında doğrulamasını denemeye cesaret etmedikçe, inandırıcı ve yararlı olamaz. Pratik, teoriğin mihenk taşıdır.’’ Yüce Diriliş Partisinin programının ilk sayfalarında yer alan bu cümleler, Diriliş’in toplum yönetimine ilişkin düşüncelerinin hiçbir zaman teorik bir çerçevede kalamayacağını, pratikte ve siyasî yelpazede yerini alarak, ülkemizin, özgürlük, barış, esenlik ve güvenlik içinde ilerlemesine katkıda bulunmak amacıyla siyasal örgütlenmeye geçilmek zorunluluğunu vurgulamaktadır.

Diriliş Dergisi temel dayanaklarını ve ilkelerini her ne kadar İslâm’dan alsa da, İslâm Dünyasının dışında kalan dünyayı da kendi gücü ve imkânları ölçüsünde izlemiş, bakışlarını dış dünyaya çevirmeyi de ihmal etmemiş, örneğin batı düşüncesini yansıtan düşünce edebiyat ve siyasete ilişkin yazılara ve araştırmalara da oldukça geniş yer ayırmış bir dergidir. İşte Diriliş’in bir edebiyat dergisi olduğu kadar, onun bir düşünce ve siyaset dergisi olduğu gerçeği asla gözden ırak tutulmamalıdır. Bazılarının Türkiye’deki Diriliş hareketini veya akımını, siyasetin dışında, sadece bir edebî akım gibi görmeye kalkışması, hatta sürekli böyle kalmasını istemesi, onların Diriliş akımını hiç de anlamadıklarını gösterir.

Düşünceyle eylemin birbirinden tamamen kopamayacağını, bu ikisinin birbirinin içinde yer aldığını, düşüne düşüne ilerlemenin ancak sağlam bir eylemi doğurabileceğini unutmamamız gerekir. Elbette düşünceyi, düşünce faaliyetinin yüzyıllara uzanan derin etkisini hiçbir zaman gözden ırak tutamayız. Fakat pratikten yoksun, gerçekleşme ihtimalinin çok uzağında kalmış, sadece fikrî tatmin düzeyinde kalarak çevresine bir eylem ve inanç kıvılcımı saçamayan bir düşüncenin de ne kadar doğru, sağlam ve yararlı olduğu her zaman tartışmaya açıktır.

Sağlam bir düşünce ve inanç temeline dayanmayan, sadece günübirlik çıkar hesaplarıyla yol almakta olan, sürekli aktüalitenin gelgitlerinden, yalancı ve sahte rüzgârların esintilerinden yeni sosyal güç ve imkânlara kavuşacağını sanan siyasal hareket ve çıkışlar, uzun ömürlü olamayacağı gibi, kutlu ülkemizin bugününü ve yarınını güvence altına alması da mümkün gözükmemektedir. Ülkemiz adeta dünyanın merkezinde, kıtaların, medeniyetlerin, ülkelerin ve bunları birbirine bağlayan yolların geçiş ve buluşma noktasında yer aldığı, su, petrol, doğal gaz, verimli topraklar ve güneş gibi doğal ekonomik kaynaklar yönünden çok zengin olduğu için, bütün küresel güçlerin iştahını kabartmakta, sadece kuvveti hak bilen, insanı insanın, bir toplumu başka bir toplumun kurdu olarak gören bir anlayışın mensubu oldukları için, asla meşruluk, hak ve adalet duygusu ve endişesi taşımadıkları için, saldırı, işgal ve yok etme planlarının belki yüzlerce defa yapıldığı, dünyanın en değerli topraklarından oluşan bir coğrafyadır. Bizim, böylesine değerli bir coğrafyayı ve bu coğrafyada yaşayan, bugün artık yüz milyona dayanan nüfusumuzu ve bunların çevresindeki halkları olağan ve gelişigüzel tedbir ve politikalarla koruyamayacağımızı artık çok geç de olsa anlamamız ve bu konuda milletimizin güç ve imkânlarının, ülkenin doğal ve tarihî hazinelerinin yeniden keşfedilmesi, envanterlendirilmesi, değerlendirilmesi, yönlendirilmesi ve verimlendirilmesi, medeniyetçe yeni ve parlak bir döneme girme heyecan ve atılımımızın gerçekleştirilmesi gerekir. (Yüce Diriliş Partisi Programı, Gerekçe, s.4)

Politika, bize göre bir anlamda, ülkemizin veya yüce milletimizin, doğal, sosyal, ekonomik, siyasal, kültürel tüm maddî ve manevî varlığını seferber edip, bütünleştirip, yönlendirip, onun bugününü ve yarınını esenlik ve güvenlik şemsiyesi altına alma çabalarının bütünüdür ve kısaca toplumu temel insanî değerler ki bunlar aynı zaman da İslâmî değerlerdir, (hakikat, iyilik, güzellik, hak ve adalet) doğrultusunda yönetme sanatıdır diyebiliriz. Böyle bir politikayı amaç edinmiş topluma bizim felsefe tarihimizde ERDEMLİ TOPLUM denilmiştir. Erdemli toplum, materyalist ve maddeci bir toplum değildir. Bir ayağı bu dünyada, diğer ayağı öte dünyaya, metafizik dünyaya uzanan bir toplumdur. O, iki dünyalı bir toplumdur. Ekimi bu dünyada, hazırlığı, azığı bu dünyada iken yapılan, biçilmesi devşirilmesi öte dünyaya sarkan, bir yanıyla sonsuzluğa uzanan bir toplumdur. Her davranışının hesabını vermekle yükümlü tutulan, bu dünyada zerre miktar iyilik veya kötülük adına ne işlemişse hepsinden bir bir sorumlu tutulan insanlardan oluşan bir toplumdur. Onun içindir ki onun içinde işgal, yağmalama, savaşa katılmayanları, çocuk, kadın ve yaşlıları öldürme kasdı yoktur. Dağlara, taşlara, kuşlara…kısaca tabiata zarar verme, çevreyi yakıp yıkma yasaklanmıştır.


Erdemli toplum, alan değil veren, yiyen değil yediren, giyen değil giydiren, yağmalayan değil, yardıma koşan, kurtarmaya koşan toplumdur. Erdemli toplum yeryüzünün şefkat anasıdır ki başkalarına duyduğu şefkat duygusu, sadaka taşlarının taşlarına kadar işlemiş ve oradan iyilik ve şefkat eli insanın kalbine kadar uzanmış olan toplumdur. Erdemli toplum, Diriliş’in, insanî değerlerin ışığında siyasal görüşünü ilmek ilmek işlemiş toplumdur.

Diriliş Işığı, Mayıs 2015, Sayı:1, s.2.

8 Mayıs 2015 Cuma

DOĞU BATI SINIRININ DEĞİŞKENLİĞİ 2



YÜKSEL KANAR

Aslında Roma Katolik kilisesi ile Bizans Ortodoks kilisesinin birbirinden ayrılması, ilâhiyat alanındaki anlaşmazlıklardan çok, siyasal ve kültürel nedenlere dayanır. Bölünmeye yol açan ilk çatışma, Charlemagne’ın dokuzuncu yüzyılda Batı’da Roma İmparatorluğu’nu canlandırmaya çalışması sırasında öğreti ve ayin konularındaki önemsiz ayrılıklarla başlamıştı. Roma ile Konstantinopolis arasındaki ayrılıkların en önemlisi ise, Batı Hıristiyanlığının Kutsal Ruh’un hem Baba’dan, hem de Oğul’dan kaynaklandığını öne sürmesine karşılık, Doğu’nun Kutsal Ruh’un yalnızca Baba’dan kaynaklandığını savunmasıydı. Batılı Hıristiyanların İznik Amentüsü’ne bu yönde bir ifade (“ve oğuldan”) eklemesi ve Doğuluların sapkınlıkla suçlanması Bizans’ın öfkesiyle karşılaştı. Bu ayrılıkların sonunda Papa IX. Leo ile Patrik Mikhail Keroullarios’un 1054’te birbirlerini karşılıklı aforoz etmeleriyle, bugüne değin süren kesin bölünme gerçekleşti*. Bizans imparatorunu devirerek Konstantinopolis’i yağmalayan ve 1204’te Papa’ya bağlı bir Latin patriğini göreve getiren Dördüncü Haçlı Seferi’nin Doğu’da yarattığı olumsuz duygular, daha sonraki birleşme çabalarını da gölgelemiştir.

Kısacası Batılılarla Bizanslılar arasında önemli farklar vardı. En başta dinsel düzeyde, kiliseler arası ayrılıkta (Batı’nın Katolikliğine karşı Bizanslıların Ortodoksluğu her zaman önemini korumuştur) ve Haçlı Seferlerinde görülen bakış farklarının listesi, onikinci yüzyıl boyunca Doğulu ve Batılı Hıristiyanlar birbirini yakından tanıdıkça daha da uzadı. Bizanslılar, Normanlılarla Venedikliler, Fransızlarla Almanlar arasında pek ayrım yapmadan hepsine “Latinler” diyor ve hiçbirini sevmiyorlardı. Eserini 1205 yılında yazan Bizanslı tarihçi Niketas Khoniates, onlarla ilgili duygularını şöyle özetlemişti:

Latinlerle aramızda geniş bir uçurum vardır. Bizler birbirinden ayrı kutuplarız. Ortak hiçbir düşüncemiz yoktur. Onlar kibirli, kendilerini üstün görme hastalığına tutulmuş, bizim davranışlarımızın sadeliğini ve alçakgönüllülüğünü alaya almaktan hoşlanan kişilerdir. Ama biz, onların kibrini ve küstahlığını, onların burnunu havada tutan sümük akıntısı gibi görürüz; onları, bize engerek yılanını ve akrebi çiğneme gücü veren İsa’nın kudreti sayesinde çiğneyip tepeleriz[1].

Nicol, duyulan kinin karşılıklı olduğunu, Latinlerde bu kine açgözlülük ve talan hırsının da eklendiğini belirtir. Bu düşmanlığın 1171’de Venedikli tacirlerin Bizanslılarca tutuklanmasına ve 1182’de doruğa ulaşarak Konstantinopolis’teki bütün yabancıların vahşice kılıçtan geçirilmesine kadar gittiğini unutamayan Batılılar, sonunda Konstantinopolis’i Batılıların egemenliği altına sokmayı güvenceleri için tek çare olarak gördüler. 1185’te Normanlar, İtalya’dan Yunanistan’a geçerek Thessalonike’yi (Selanik) yağma ettiler. “Zaten Konstantinopolis’teki imparatorların sahip bulunduğu ‘imparator’ unvanının kendi hakkı olduğunu iddia eden Kutsal Roma İmparatoru Friedrich Barbarossa (...) kendi komutasındaki haçlı ordusunu Bizanslılar üzerine yürütme tehdidinde bulundu”[2]. Nitekim 1204 yılındaki dördüncü Haçlı Seferi askerlerince İstanbul, “herhangi bir kimsenin anımsayabileceği” en büyük kent yağmasına sahne oldu.  

Yunan coğrafyasının, Batı’nın değişik zamanlardaki anlayış ve değerlendirmeleri doğrultusunda bu şekilde Doğu ile Batı arasında gidip gelmesinin ortaya çıkardığı kafa karışıklıkları bundan da ibaret değil kuşkusuz. Örneğin, eğer Yunan kültürü Batı kültürünün köklerini oluşturduğu için bu böyleyse, o zaman bu kültürün Ege Denizi’nin iki kıyısında birden ortaya çıktığı ve geliştiği gerçeği gözden kaçırılıyor demektir. Bu durumda, o zamanlar aynı kültüre ve dile sahip coğrafyanın ikiye ayrılmasının, Ege Denizi’nin doğusunun Batı dışında bırakılmasının nedeni olarak bugün burada farklı bir kültürün yer almasını düşünebiliriz. Dolayısıyla Doğu ve Batı’nın birer coğrafya terimi olarak düşünülemeyeceği bir kez daha açık bir gerçek olarak ortaya çıkıyor. Zaten, her ne kadar Fas, İspanya’nın batısı olsa da Afrika’nın Doğu kabul edildiği bir dünyada bu gerçeği tartışmak bile yersiz. Bundan da ilginci, bugün bütün dünyada her ay kırk milyona varan baskı sayısıyla Batı’nın Batılı-olmayanı nasıl algıladığını gösteren ve kamuoyu oluşturan bir ayna konumundaki National Geographic’in yayınladığı Avrupa haritasıdır. Avrupa’yı kıta olarak kabul edenlerin sınırı İstanbul ve Çanakkale boğazları olmasına rağmen, derginin yayınladığı haritada Trakya Avrupa dışında bırakılarak sınır Türkiye’nin Bulgaristan ve Yunanistan sınırlarıyla belirlenmiştir[3]. Hiçbir kurala dayanmayan böylesine keyfî bir belirleme, Avrupa sınırlarının tarihsel ve söylemsel Batı sınırlarıyla nasıl bir uyum içinde ve ne kadar değişken olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Buradaki sınır, daha önceki sınırlarda da görüldüğü gibi, bütünüyle kültürel bir anlam taşıyor.

Böylece bugün ne anlama geldiğini bildiğimiz Batı dünyasına karşılık geriye kalan bütün Doğu yarımküresi medeniyetlerinin doğal olarak “Doğu”, “Şark” başlığı altında ele alınmasının önemli bir nedeni vardır: “Tarih sahasındaki bu kavram (Doğu/Şark –Y.K.) coğrafyadaki ‘Asya’ kavramının muadilidir. Bu, ‘Asya’ başlığı altında bir araya getirilen diğer bütün uygar bölgelere, kavramsal bakımdan muadil olarak ‘Batımızı’ ileri sürmemize imkan tanır”[4]. Bu noktada “Avrupa” kavramının yerini “Batı” kavramına terk etmesi, bütün bir Avrasya ve Afrika topraklarının “Doğu” ve “Batı” olarak ikiye ayrılarak Avrupalılar tarafından “klasik bir ırk merkezli ikilem” inşa edilmesine izin verir. “Biz ve diğerleri, ‘Yahudiler’ ve Gentileliler’, ‘Grekler ve Barbarlar’, ‘Batı’ ve ‘Doğu’. Tanımı gereği tarihin ‘ana akış istikameti’ ‘Batı’yı kaplar ve aynı tanım gereği ‘Doğu’ tecrit edilmiş ve statiktir; bu nedenledir ki Batı, zaten insanlığın bir yarımı olarak gösterildiğinden aynı zamanda daha önemli yarımı oluşturur”[5]. Hodgson, bu Batılı ırk merkezciliğin en ilginç özelliklerinden birinin, genellikle karışıklığı kötüleştirerek dünyanın diğer her türlü ırk merkezciliğini etkilemiş olmasına özellikle dikkat çeker.

Atlantik’ten Pasifik’e uzanan bir Afro-Avrasya uygarlık kuşağını Avrupa, Ortadoğu, Hindistan ve Çin-Japon Uzak Doğusu olmak üzere dört çekirdek bölgeye ayırma geleneğini hatırlatan Hodgson[6], Batılı akademisyenlerin karmaşık nedenlerden dolayı ondokuzuncu yüzyıldan beri, kendilerini insanlığın geri kalanının tarihiyle bütünleştirmemek için, bu Afro-Avrasya tarihini iki bölüme ayırarak incelediklerini söylüyor. Buna göre, Avrupa tek parçayı yani Batı’yı, diğer üçü ise ikinci parçayı yani Doğu’yu oluşturuyor.   

Avrupa’nın ve Doğu-Batı sınırlarının bu belirsizliği ve değişkenliği yanında, Avrupa’nın kendi içinde de sınırlar çoğu zaman değişmektedir. Avrupalı, tıpkı Doğu için yaptığı gibi Avrupa’yı da Batı, Doğu ve Orta gibi kategorilere ayırmaktadır: “Avrupa’nın uygarlık konusundaki üstünlük duygusunu bozulmadan koruyabilmek için, zihinsel haritaların da sürekli yeniden çizilmesi gerekiyordu. ‘Avrupa Topluluğu’ denen şey, zımni olarak kıtanın yarısını görmezden geliyordu: Savaş sonrası Avrupa, Batı ile özdeşleştirildi. Bir kenara itilen Doğu Avrupalılar, kendilerini barbarlardan uzak tutabilmek amacıyla ‘Orta Avrupa’ olduklarını düşünmeye başladılar. Alışkanlık günümüzde de sürdürülmektedir: Önde gelen Britanyalı bir tarihçi geçenlerde, günümüz Avrupa’sının lekeli olduğunu kabul etmemek için, Yugoslavya’yı barbar Üçüncü Dünya’nın bir parçası olarak görmeyi yeğleyip, Bosna’daki savaşı ‘yalnızca antropologların anlayabileceği, ilkel bir kabile çatışması’ olarak tanımladı. (J. Keegan, “A primitive tribal conflict only antropologists can understand”, Daily Telegraph,15 Nisan 1993). Görüldüğü kadarıyla, 20. yüzyılın canice sicili bile Avrupalıların kendilerini kandırma kapasitelerini düşürmemiş”[7].

Coğrafî anlamdaki Avrupa ile tarihsel ve söylemsel anlamdaki Batı’nın sınırlarındaki bu büyük değişmeler böylece günümüzde de sürüp gitmektedir. Sovyetlerin dağılmasından önce doğu sınırı Demirperde ülkeleri olan Avrupa, ya da Batı bugün de kendine sabit, kabul edilebilir bir sınır bulmakta zorlanıyor. “Soğuk savaş sonrasında, Avrupa’nın bizim için ne anlam ifade ettiği çok daha bulanıktır – ‘Batı’nın (ki bu da bizzat eskimeye başlamış bir kavramdır) bir parçası mıdır, ‘Avrasya’nın Batı’daki parçası mıdır, her ikisi midir, hiçbiri değil midir? Avrupa Birliği’nin ‘Avrupa’sı bir vaat ya da aldatmaca olabilir, ama bir gerçek değildir. Bu kıtanın ayrımlarını ve belirsizliklerini –benim burada yapmaya çalıştığım gibi- ciddiye almak, metafiziği terk etmeyi, gizemli ve asli bir ‘Avrupa’ aramaktan vazgeçmeyi ve bunun yerine, ‘Avrupa’nın ne anlama gelmesi gerektiğini tanımlama yolunda sürekli bir mücadeleye girmeyi gerektirir”[8].

Kaan Durukan haklı olarak bu durumun özellikle Batılılaşmayı tartışırken göz önünde tutulmasının, “Batı’nın sınırlarının ne kadar değişken, tabiri caizse oynak olduğunun, günün şartlarına göre nasıl defalarca yeniden tanımlanabileceğinin” altını çizmenin önemli olduğunu söylüyor. Edward Said’in, ‘Doğu’ kavramının Batılı (önce İngiliz, Fransız, daha sonra Amerikalı) kolonyalist/emperyalist güçler tarafından kurgulanmış olduğunu ve Batı’nın askerî, politik, ekonomik üstünlüğünü pekiştirmek amacıyla dünyanın geri kalanına empoze edildiğini söylemesi yanında, “bir yanıyla ‘Batı’ da benzeri bir kurgudur, ancak farkı şudur ki, muğlak ‘Batı’nın bazı üyelerinin kararlarının biçimlediği bir yapıdır; Perry Anderson’ın ifadesiyle, ‘Batı’ tarih boyunca Asya’yı (‘Doğu’yu) bir nevi ‘ayna’ gibi kullanarak kendi sosyal formasyonunu tarife çalışmıştır”[9].

Durukan aynı zamanda, bütün bu üstünlük vehimlerine rağmen homojen bir Batı’dan bahsetmenin çok sorunlu olduğuna değinir: “Robert Brenner, büyük bir bilimsel tartışmaya yol açan ünlü makalesinde, özellikle Marksist teori açısından önemli başka temaların yanında, benzer bazı faktörlerin varlığına karşın tüm Avrupa’nın aynı iktisadi gelişmeyi yaşamadığını kaydeder; Eric Wolf, Avrupa’nın iddia edildiği gibi yekpare olmadığını, Avrupa’nın birliği fikrinin hayali bir birlik olduğunu belirtir. David Blackbourn ve Geoff Eley, Almanya’nın tarihsel deneyimine ilişkin öne sürülen sonderweg (farklı yol) yaklaşımını eleştirdikleri yapıtlarında, sorunun Anglo-Amerikan ve Fransız modellerini merkeze koymakta olduğunu söylerler; Eley bir adım daha ileri giderek, aslında Almanya’nın istisnai konumunun yerine, İngiliz, Fransız ve Alman ‘istisnalar’ının incelenmesi gereğine işaret eder. Diğer yandan, farklılıklarıyla bile olsa Batı’nın sınırlarını çizmek her zaman zordur: On sekizinci yüzyılda Prusyalı Büyük Frederick ve Rus Çariçesi İkinci Katerina, başka hükümdarlar gibi, hâkim normlar olan Fransa ve İngiltere’yi taklide kalktıklarında, Prusya ve Rusya’nın ‘Avrupalı’ olup olmadıkları, hatta ileride olup olamayacakları tartışmaya açılmıştır. Daha yakın tarihli bir örneğe bakarsak, Derek Sayer 1989 öncesi döneme referans vererek Prag’ın Viyana’dan çok daha batıda olmasına rağmen, Çekoslovakya’nın nasıl ‘Doğu’ olarak tanımlandığının altını çizmişti; bugün Çek Cumhuriyeti ‘Avrupa’da’ ve Avrupa Birliği’nin de eşiğinde”[10]. Sayer, konuya biraz da ironi katarak kavramsal coğrafyadaki sınırların belirlenmesindeki önemli bir sorunu şöyle anlatır: “Eski dostum Teodor Sha-nin, Kuzey Amerika’nın Avrupa’nın bir parçası olduğunu, Bulgaristan’ın ise olmadığını söyler. Eklemek isterim ki, Meksika’nın Güney Amerika’da olduğunu unutmadığımız sürece bence mahsuru yok. Prag’ın aslında Viyana’nın batısında olduğunu fark etmek birçok insana (...) şaşırtıcı gelebilir. Ancak Prag, zihnin tabiatıyla iktidar ilişkilerinin haritasını çizen kartografisinde, yarım yüzyıldan bu yana kesinlikle ‘Doğu Avrupa’ olarak anılan bir bölgeye oturtulmuştur. Tekrar etmek için söylüyorum: Eğer –coğrafi olarak- Avrupa’nın merkezine bu kadar yakın bir şehir hakkında konuşmuyor olsaydık, bunların hiçbiri kayda değer ya da ilginç olmayacaktı. Prag, Berlin’le neredeyse aynı boylamda yer alıyor ve Londra’ya Roma’dan daha yakın. Said’in Doğu’su Boğazlar’da başlamıyor; Doğu, sınırları iktidar coğrafyasınca çizilen, tamamen tutarsız bir alan”[11].



* İki taraf da birbirlerini 1965’e kadar tanımamışlardır.

[1] Niketas Khoniates, Historia’dan aktaran Donald M. Nicol, age., s. 6
[2] Donald M. Nicol, Bizans'ın Son Yüzyılları, s. 6
[3] Bkz. Kemal Tayfur, “Avrupa Kıta mı?”, Atlas, Keşif Dergisi, sayı: 141, Avrupa’nın Sınırları, ek bölüm, s. 32, Aralık 2004. Burada National Geographic’in yayınladığı haritanın küçük bir fotoğrafı yer almaktadır. 
[4] Hodgson, Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek, s. 37         
[5] Age., s. 37
[6] Hodgson, Avrupa’nın çekirdek alanını Anadolu’dan İtalya’ya Akdeniz’in kuzey kıyıları olarak belirler. Buralar kuzeye doğru artan ölçüde bölgeye nüfuz eden bir Grek (daha sonra Greko-Latin) kültürüne sahiptir. Orta Doğu’nun çekirdeği, Orta Avrasya’dan Yemen ve Doğu Afrika’ya kadar kuzey ve güney bölgelerinin önderlik için baktığı Bereketli Hilal ve İran Platosu; Hindistan’ınki Hindu Kuş hattından doğu ve güneye doğru Ganj vadileri; Çin-Japon Uzak Doğusununki ise, Çin’in içinden Japonya ve Vietnam gibi daha ötelere yayılan bölgelerdir. Bkz. age., s. 39-40.
[7] Mark Mazower, Karanlık Kıta-Avrupa’nın 20. Yüzyılı, s. xıv-xv
[8] Age., s. xv-xvı
[9] Kaan Durukan, age., s. 31
[10] Age., s. 31-32
[11] Derek Sayer, “Modern Avrupa Tarihinde Bir Çıkış Noktası Olarak Prag”, s. 109–110


(Yüksel Kanar- BATI'NIN DOĞU'SU, s. 176-182

6 Mayıs 2015 Çarşamba

DİRİLİŞ HAREKETİNİN DIŞINDA AMA NASILSA ".. DEVAMI" ÇİZGİ..




27 Mayıs 1960 askeri darbesine kadar Türkiye’de aydınlar iki kutup arasında ayrışmıştı.. Kemalist aydınlar, birinci, en büyük grubu oluşturuyordu; Batıcıydılar, iktidarı ve sistemi destekliyorlardı, dolayısıyla modernleşmenin öncülüğünü yapıyorlardı. Yerli duyarlığa sahip aydınlar da muhalif grubu oluşturuyordu; henüz İslamcı, milliyetçi ve liberal diye ayrışmamışlardı.

Zaten görünürlüğü yasak olan İslam’ı savunmak, Müslüman kimlikle kültür sanat ortamında arz-ı endam etmek, basında çıkmak, İslamcı bir kimlikle siyaset yapmak, fikir tartışmalarına girmek çok can yakıyordu. Mehmet Akif Ersoy maruz kaldığı baskıdan Mısır’a hicret etmiş, hasta olarak dönünce de ancak ömrünün son birkaç ayını İstanbul’da geçirmesine müsaade edilmişti. CHP diktasında susmaktan iyice bunalan Yahya Kemal, 27 Mayıs darbesinin yaklaştığını fark edince de 1958’de yurt dışına çıkmaya hazırlanırken vefat etmişti.

Ayrıca Necip Fazıl Kısakürek Büyük Doğu dergisini çıkarmaya başladığı 1943’ten itibaren bu kıyımı yaşayarak Batıdan ithal sisteme ve Batıcı iktidara muhalefet ediyordu ve çevresindekiler de onun mücadelesinden ders çıkarıyorlardı. Her şeye rağmen Sezai Karakoç yanında dimdik durdu; mücadelesine omuz verdi ve varis oldu. Nüfus patlaması, göçler, büyük şehirlerde oluşan varoşlar, Anadolu esnafının cesaretlenmesi, insanımızın ceketini satıp çocuklarını okutma seferberliği sonunda üniversitelerde oluşan İslamcı gençlik Büyük Doğu cephesini güçlendirdi; ülkedeki İslam’la temellendirilmiş muhalefet 1945’ten itibaren Ankara’yı zorluyordu..

27 Mayıs darbesi sonrasında sol hareket siyasi arenaya alındı, ana akım muhalefeti etkisizleştirsin diye. sistem, solu dengelemek için 1970 sonrasında Necip Fazıl’ın çevresinde toplanarak mücadele eden Müslüman aydınların, siyasi hareketi başlatmalarına izin verdi. Böylece milliyetçiler solla sokakta silahlı çatışmaya girerek,  İslamcılar da üniversite kantinlerinde ve koridorlarında fikir tartışmaları yürüterek mücadele ederken, milletin evlatları teoride, söylemde ve pratikte farklılaştılar, iki uzlaşmaz akıma dönüştüler..

12 Eylül 1980 darbesine giden süreçte Müslüman aydınlar, üstad Necip Fazıl ile üstad Sezai Karakoç çizgisinden koparak kendi içlerinde de farklılaşmaya gitti. Milli Nizam Partisi’yle yola çıkan İslami hareket, MSP yapılanmasıyla Büyük Doğu, Diriliş çizgisinden Edebiyat ve Mavera kırılmalarıyla 70’lerin ortasında farklılaşmaya başlamıştı.. ANAP’tan AK Parti’ye varan süreçte, Refah Partisi, 12 Eylül’de kurulan ve 28 Şubat’ta yıkılan muvakkat bir köprü oldu.

AK Parti iktidarı dönemi, tam bir gaflet ve rehavet getirdi. Düşünce ve kültürde iktidar olunamadığı gibi iktidarın olanaklarından yararlanma adına ideallerinden, ilkelerinden ve ruhlarından da uzaklaştılar.Bugünden bakınca batıcı sistem, 50 yıllık bir planlamayla İslamla temellendirilmiş muhalefeti aşama aşama yıktı..

Günümüzde çok az sayıda Müslüman aydın  Diriliş düşünce çizgisini sürdürüyor. Sadece Diriliş hareketi başlangıçtaki safiyetini koruyor. 

İlginç olan Sezai Karakoç hayatta ve bir siyasi partisi var ama bazı aydınlar ve yayın organları, onun onayını almadan ve mücadelesine destek vermeden, hatta hareketinin dışına düştükleri halde Büyük Doğu ve Diriliş çizgisinin devamı olduklarını söylüyor.. 

İslami hareketin 1970 sonrasındaki yarım asırlık süreçte geçirdiği dönüşüm masaya yatırılmak zorunda., Milli Görüş partileri, Edebiyat ve Mavera kırılmaları,  DP, ANAP ve AK Parti çizgisi, İslamcıların nasıl liberalleştirildikleri anlaşılmadan, geçmişle hesaplaşmadan geleceği konuşmamız ve doğru planlamamız mümkün değil..


Gelecek ancak Diriliş Hareketi üzerine kurulabilir.


1 Mayıs 2015 Cuma

DOĞU BATI SINIRININ DEĞİŞKENLİĞİ YÜKSEL KANAR






Haritalarda yer alan bir kıta olarak Avrupa’nın, bu kıta adını hak edip etmediğini bir tarafa bırakalım, kendisi için belirlediği maddî sınırlarını çizmek gerçekten zordur. Bundan daha zoru ise, tarihsel ve söylemsel anlamdaki Doğu-Batı sınırlarının belirlenmesidir. Zaten sürekli değişen bu oynak durum, tarih boyunca Avrupalının bizzat kendisi için de hep sorun oluşturmuştur. Avrupalı, çeşitli dönemlerde ve değişen anlayışları doğrultusunda Doğu sınırını bazen geriye doğru çekmiş, bazen da ileriye doğru uzatmıştır.
Hentsch, yüzyıllara dayanan Doğu-Batı karşıtlığının sınırlara dayalı bölünme çizgisinin hiç durmamacasına yeniden ortaya çıktığını ve hep varolduğunu belirtir. Avrupa düşüncesi bir efsaneyle başlamıştır. Bu, büyük bir olasılıkla Samî dokusu üzerine dokunmuş bir Yunan efsanesidir: Zeus tarafından aldatılıp kaçırılan tanrıça Europa, kendisini baştan çıkaran tanrının çocuğunu doğurmak için, yaşadığı Asya topraklarından, hayvan sırtında Girit adasına uçurulur. Kaçırılışından bir gece önce rüyasında iki toprağın, Asya toprağı ile karşıdaki toprakların kendisi uğruna çekiştiğini görmüştür. “Bu olayda Batı’nın kökleri ve kimliği konusunda beslediği ideolojiyi alabildiğine doyuracak kadar malzeme yatmaktadır: İlk büyük uygarlıkların beşiği Asya’dan gelen ve birçokları arasından seçilen Europa, aniden ve çok hoş bir biçimde, gelecekteki soyunu değiştiren ve çok büyük bir role yazgıla-yan Zeus tarafından döllenebilmek için doğduğu topraklardan koparılmıştır. Herhalde, hem Asya soy zincirini hem de Yunanistan’ın özel konumunu bir temele oturtmak amacıyla yaratılan bu Europa öyküsü kendilerini Helen soyundan sayan kavimlerce benimsenmiştir. Horatius çok sonraları, ‘Yerkürenin bir parçası senin adını alacak’ diyecektir. (…) Bu efsane önce Asya ile Yunanistan, daha sonra da Yunanistan ile Avrupa arasındaki zorunlu bağlantının kurulmasını sağlamıştır. Ama ilkinde bu bağ basit bir geçiş biçiminde gerçekleşirken, Yunanistan ile Avrupa arasında ortak bir kökene dayalı, kalıcı bir ilişki söz konusudur”[1].
Nitekim Ege’nin doğu kıyısının Asya olarak kabul edildiği ve haritaların bu şekilde çizildiği bugünkü anlayışla bakıldığında, Truva savaşı tarihteki ilk Doğu-Batı çatışması olarak görülebilir; fakat Yunanistan ile Avrupa arasındaki ilişki dolayısıyla mitolojideki Truva yabancı değil, Yunanistan’a karşı olamayacak kadar Helen mirasına dâhildir. Bu yüzden ilk Doğu-Batı çatışmasının ondan sonraki Med savaşları olması daha mantıklıdır. Çünkü Persler barbardır, yani Yunanlı değildir. Buna göre, “Med savaşlarını Avrupa ile Asya arasındaki binyıllık amansız kavganın ilk vuruşu ve simgesi haline getirmek ve Yunan zaferlerinde ‘Batı’daki akıl ve özgürlüğün Doğu’nun maddeciliği ve despotizmine galip gelişini’ alkışlamak için daha fazlasına gerek yoktur”[2]. Hentsch, 1943’te André Siegfried’in “Büyük Yunan uygarlığı döneminde dünyanın ağırlık merkezi, dar bir Asya bağlantısıyla, Doğu Akdeniz’de bulunuyordu; ama Batı daha o tarihte Doğu’dan farklıydı ve Yunan kültürü bugün de anladığımız anlamda Batılıydı” dediğini, Grousset’nin de kategorik olmada ondan aşağı kalmadığını, Avrupa ile Asya arasındaki manevî ve politik sınırı Akdeniz’in doğu kıyısına yerleştirdiğini belirtir[3]. Grousset’ye göre, Avrupa ruhunun ilk kez kendi bilincine varması M. Ö. 5. yüzyılda Yunanistan’da gerçekleşmiş ve bu ruh, sekiz yüzyıl boyunca Asyalıların karşısına dikilmiştir.
Bu tür düşüncelerin, Avrupa ruhunun âdeta M. Ö. 5. yüzyıldan günümüze kadar Akdeniz’in doğusunda ve batısında hiçbir kesintiye uğramadan yayıldığı ve bu denizi kendine malettiği gibi bir duygu oluşturduğunu belirten Hentsch, haklı olarak “neden eski Yunanlılar’ı Avrupalı saymak gerekiyor?” diye sorar. Çünkü o dönemde tarihsel kavram olarak Avrupa diye bir şey henüz yoktur ve bu Yunanlılar için tamamen coğrafî bir kavramdır. Herodot’un Avrupa’sı, Rus düzlüklerini kapsayan Skythia’dan güçlükle ayırt edilebilen kuzeyde bir bölgedir ve Yunanistan bunun içinde değildir. Herodot’tan bir kuşak genç olan Hippokrates Avrupa’yı, sert ve tarıma elverişsiz bir iklim olarak tanıtmıştır. Burada yaşayanlar da vahşi yapılı, yabanî ve öfkelidir. Yunanlılar bu tabloda da yer almaz. Aristoteles ise, Yunanlıları, beceri ve beyin güçleri kıt Avrupalılarla, cesaret ve iradeleri eksik Asyalılar arasına yerleşmiş mükemmel sentez olarak tanımlar. Dolayısıyla o da kendilerini Avrupalı saymaz. Bu gerçeğe rağmen, örneği Grousset, Aristoteles’in öğrencisi olan İskender sayesinde “Avrupa sınırlarının bir çırpıda bütün bir ön Asya’yı yutarak, hızla Semerkant’ın ve Lahor’un ötelerine, ta Orta Asya kapılarına taşındığını” belirtir. Üstelik burada bir de suçlama vardır: Büyük İskender ve ondan sonra gelenler Yunan ruhuna aykırı davranarak “Doğu ruhunun Helen dünyasına sızmasına” neden olmuşlardır. İskender Avrupa’yı çok uzaklara sürüklemiş ve onu Asya kütlesinin içinde eritmiştir[4]. Burada Yunanlıların olmadıkları bir özellikle donatıldıklarını ve bu özelliğe uymadıkları için de suçlandıklarını görüyoruz.
Bu suçlama, Avrupa’yı Asya kütlesi içinde erimekten kurtaran Roma’nın savunulması için bir kapı aralamaya imkân sağlar. Bayrak, İskender’in Avrupa’yı bitirmesine ramak kala, kurtarıcı bir güç olarak Roma tarafından devralınmıştır. Roma İmparatorluğu ile birlikte Batı’nın merkezi artık Akdeniz’dir. “Doğu ise olması gereken yerde durup durmaktadır: dışarıda, bizim denizimizin, Mare nostrum’un güney ve doğu kıyılarının ötesinde, Batı’nın Akdeniz’in birliğine ilişkin hayalini bugün bile zihnimizden atmış değiliz; ve o zamandan beri bu hayalin maruz kaldığı binbir çatlak, Roma’nın bizlere özlemini bıraktığı politik birlik görüntüsünü bozup durmaktadır”[5].
Romalıların, Akdeniz’in iki havzası arasındaki farklılıkları giderme çabalarına ve bunda önemli ölçüde başarılı olmalarına rağmen, Antikçağ’da Doğu havzası ekonomik ve kültürel alanda Batı havzasına karşı üstünlüğünü hep korumuştur. İmparatorluğun ikiye bölünmesinden sonra bu üstünlük daha da artmıştır. Constantinus’un imparatorluğun idarî birliğini kendi otoritesi altında toplayarak devletinin merkezini Konstantinopolis adını alan Bizans’ta kurması, kimi tarihçilerce Doğu Roma İmparatorluğu’nun gerçek başlangıcını belirlemiştir. Doğu’ya kayışın, daha önce Yunan klasizminin saflığını bulandırdığı şeklinde yorumlandığını görmüştük. Bu kez de Roma erdemlerinin sarsılmazlığına gölge düşürdüğü şeklinde bir yoruma yol açmıştır. Hentsch, buna örnek olarak Edward Gibbon’un şu ifadelerini verir: “Romalılar’ın iktidara sahip olma gerçeğinden hoşnut bilgece gururları, gösterişli biçimleri ve törenlerini Doğu’nun kibirine bırakmıştı; ama eski özgürlüklerinden kaynaklanan erdemlerin izi bile kalmaz hale gelince, hal ve tavırlarındaki sadelik hiç fark edilmeden yok oldu ve Romalılar Asyalı saray dalkavuklarının şatafatlı yapmacıklığını taklit edecek kadar alçaldılar”[6].
Böylece Doğu Roma, ya da diğer adıyla Bizans ile Batı Roma arasındaki karşıtlık, ortada vazgeçilmez hangi Roma erdemi kaldığı açıklanmaksızın, birincisi aleyhine verilen hükümle açık bir biçimde sahneye çıkarılır. Artık Bizanslılar, Roma ve hatta Yunanistan’ın adlarını kötülükleriyle lekeledikleri için aşağılanmaktan başka bir şeyi hak etmezler. Gibbon gibi Avrupalı tarihçilerin bu yorumu, “Akdeniz birliğinin dağılması ve Roma uygarlığının doğuya kayması karşısında kapıldıkları düş kırıklığının bir ifadesidir”[7]. Çünkü bu ikili olgu, onların, kendilerini içine yerleştirmekten hoşlandıkları Yunan-Latin antikçağının devamı oldukları düşüncesini zedelemektedir. Bu düş kırıklığına dayalı yorumların bizi ilgilendiren kısmı şimdilik Doğu sınırının Bizans nüfuzu altındaki bölgeye, yani aşağı yukarı İtalya’ya kadar geri çekilmesidir. Bunda, daha sonra İstanbul’un Türkler tarafından fethedilmesinin ve bu topraklarda yüzyıllar boyu sürecek Osmanlı egemenliğinin kurulmasının etkisini de unutmamak gerekir.
Hodgson, coğrafya konusundaki çarpıtmanın arkasından, Batılı dünya tarihi tasavvuru hakkında da aynı şeylerin söylenebileceğini göstermiştir. “Burada da kullanmak üzere kendimiz için kabul ettiğimiz terimler çarpıtmayı beslemektedir”. Batı’nın tarihsel dünya tasavvurunda geleneksel hikâyenin nasıl aktığı biliniyor: “Tarih ‘doğu’da başlamıştır: Mezopotamya ve Mısır’da (fakat Orta Çağ Batı yazarlarının söylemiş olduğu gibi cennette, daha Doğu’da değil); daha sonra meşale ardışık biçimde Grek ve Roma’ya ve son olarak da Orta Çağ ve modern hayatın inkişaf ettiği kuzeybatı Avrupa Hıristiyanlarına teslim edilmiştir. Orta Çağ boyunca esas itibariyle Batı’ya ait olan bilim meşalesini Batı teslim almaya ve daha ileriye taşımaya hazır olana değin, İslam’ın onu geçici süreyle tutmasına izin verilmiştir”[8]. İslâm’ın tarih içine bu geçici girişine karşılık Hindistan, Çin ve Japonya gibi eski medeniyetler ise, Batı Avrupa’ya daha az katkıda bulunmaları nedeniyle tarihin ana damarından tecrit edilmişlerdir. Tarihin akış yönü, uygarlaşalı beri bütün Batı-Avrupa’yı ve bu zamandan önce de güneydoğuya kadar uzanan bölgeler içinden seçilmiş dönemleri içine alır: “Roma İmparatorluğu dönemine kadar Yunan tarihi” ve “Greklerin tarih sahnesine çıkışına kadar Yakın Doğu”. Roma İmparatorluğu zamanında Bizans “Doğu” kabul edilir, Greklerin ortaya çıkışından sonra ise Yakın Doğu, yani İslâm devreden çıkarılır. “Tarihin ‘ana akış istikameti’, geleneksel imgesi içinde Merovenjlerin Karanlık Çağlarındaki kuzeybatı Avrupa’yı kaplar –her ne kadar o dönemde Bizanslılar ve Müslümanların (Hintliler ve Çinlilerin de) çok daha medeni olduklarını herkes biliyorsa da. Tarihin ‘ana akış istikameti’ kabaca bizim en yakın tarihi cetlerimizden ibarettir”[9].
Hodgson, tarihin ana akış yönünün bütün bölgelerinin “Batı” ile özdeşleştirilmesinin altını özellikle çizer. Antikçağ Yunanistan’ı “Batılı” olarak kabul edilirken, aynı coğrafya Bizans döneminde “Doğu” içinde değerlendirilir. Dikkat edileceği üzere burada bir zaman sapması söz konusudur. Tarihsel zamandiziminde daha sonra yer alan Roma İmparatorluğu döneminde Bizans Doğu kabul edilerek kendinden önceki Yunan tarihi devre dışı bırakılmıştır. Ancak daha sonra Batılılarca Yunan düşüncesinin kendilerine kök seçilmesiyle birlikte daha geriye, Bizans’tan da önceye dönüş yapılmış ve eskiden Doğu kabul edilen aynı coğrafya bundan sonra Batı’ya dâhil edilmiştir. Gerçekten de Roma İmparatorluğu döneminde Avrupalılar Bizans’ı Batı olarak kabul etmiyor, Bizanslılar da kendilerini Romaioi,yani Romalılar olarak adlandırıyor ve imparatorluklarını, eski Roma İmparatorluğunun batı bölümünün uğradığı felâketlerden Tanrı’nın lûtfuyla kurtulmuş olan antik Helen-Roma dünyasının doğu bölümü olarak görüyorlardı[10].

[1] Thierry Hentsch, Hayali Doğu, s. 23-24
[2] Age., s. 25
[3] Bkz. age., s. 25
[4] Bkz. age., s. 29
[5] Age., s. 30
[6] Age., s. 32
[7] Age., s. 33
[8] Hodgson, Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek., s. 35-36
[9] Age., s. 36
[10] Bkz. Donald M. Nicol, Bizans’ın Son Yüzyılları, s. 1

(Yüksel Kanar, BATI’NIN DOĞU’SU, s. 170-176)