22 Ağustos 2015 Cumartesi

KULLUK VE ÖZGÜRLÜK Yüksel Kanar


YÜKSEL KANAR
Müslüman, sürekli kulluk halindedir.
Bizim kulluğumuz belirli zamanlarla mukayyet ve belirli mekanlarda tezahür eden bir ayin değil, hayatımızı çepeçevre kuşatan bir yaşam biçimidir.
Biz, kul olarak varolduğumuzu hissederiz. O kulluk ortadan kalktığında, bizim varolma şartımız da ortadan kalkmıştır. Yüce Allah: “Cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zariyat: 56) buyuruyor.
Evet! Kulluk yaratılışımızın gayesidir. Benlik taslamak, gurura tapmak; ya da tam tersine, benlik sahibi olanlara, gururuna tapanlara kulluk yapmak değildir.
Allah’a kulluğun sırrı da burada zaten. O’na kulluk, bizi, başka diğer bütün kulluklardan kurtaran sağlam iptir. O ipe, özellikle de toplu olarak sarıldığımızda, bizi kimse başka kulluklara kandıramaz.
Şu halde insanın özgürlüğü, bir paradoks gibi görünse de, bir kullukta somutlaşıyor. Tek bir kulluk, tek bir bağlanma, bizi diğer bütün bağlardan ve tutsaklıklardan kurtarıyor, koruyor.
İçinde bulunduğumuz Ramazan ayı, sözünü ettiğimiz kulluğun en güzel yaşandığı zaman dilimidir. Müslümanın günlük ve haftalık olarak kulluğa göre düzenlenmiş hayatının yılda bir ay boyunca yeniden gözden geçirilmesidir. Bir yıl boyunca, eğer yıpranmış, anlamından sapmış, buruşmuş veya pörsümüş yanları varsa, bunların onarılması, gelecek Ramazana kadar, bir yıl boyunca gerekli donanımın yapılması için yenilenmesi, kısacası bir bilinç tazelenmesi dönemidir.
İnanmış kişi onun için bu ayda daha dikkatlidir. Kendisini bekleyen hayata karşı, ibadet bilincinden uzak kimselerce biçimlendirmiş dünyaya karşı savunacak bir güçle donanmak için çalışır.
Namazlarında daha dikkatlidir. Aslında yenilip içilmesi veya yapılması haram olmayan şeyleri bile, sırf Yaratıcımızın istemesiyle yemeyen, içmeyen ve yapmayan bir ruh disiplini kazanacaktır. Bunu kazanan bir kimsenin, kendisine yasak olan şeyleri ise hiç yemeyeceği, içmeyeceği ve yapmayacağı aşikârdır.
Kulluk sadece Allah’adır. Namaz şartını yerine getiren bir insan, günde beş kez kıldığı namazın her rekatında “yalnız sana kulluk eder, ancak senden yardım dileriz” kutlu sözünü tekrarlar. Bu bize, bizzat Rabbimizin diliyle öğretilmiş bir kulluk yeminidir. Başka kişilere veya nesnelere, çıkarlara değil, yalnızca Allah’a yapılan kulluktur insanın görevi. Bir günde en azından kırk kez bu yemini eder Müslüman.
Her zaman, her çeşitten öyle kulluklar vardır ki insanı yaradılışının dışına taşıran… Günümüzde de bunların nice çeşidini görüyoruz.
Ramazan’da da devam eden, daha çok da Müslümanların uğradığı nice zulümleri yapanlar, kendisini asıl kulluğun dışında gören anlayıştaki insanlardır kuşkusuz. Hatta bu zulümleri yapanlar içinde, müslümanlık iddiası taşıyanların bile olması ne kadar düşündürücüdür.
Ancak her zulmün topla, tüfekle, kan dökerek yapıldığını sanmak yanlış. Yapılan her haksızlık zulümdür. Kırılan bir gönül, yapılan büyük bir zulümdür.
İyilikler, güzellikler sadece dilde kalmamalı, uygulamaya da dökülmelidir. Ramazanda kalb gözümüzün de daha açıldığını, gönüllerimizin her türlü güzelliklere daha yatkın hale geldiğini görüyoruz. Ramazanın manevi havasında akıllarımızın da Kur’an gerçeklerini daha rahat kavrayacak bir kıvama eriştiği, kendini onlara daha fazla açtığı, yaşadığımız bir gerçektir.
Bu ayda kazandıklarımızı kaybetmeyelim. Bu ayın kazandırdıklarına bigâne de kalmayalım.
Onu bütün güzellik ve incelikleriyle yaşayanlara ne mutlu.

MODERNLİĞİN SEFALETİ 2 Yüksel Kanar


Çağdaşlık ve çağdaşlaşma
Sözü edilen bu kafa karışıklığı, “çağdaşlık” (modernizm)  sözcüğünün teknolojik, siyasal, ekonomik ve toplumsal gelişmede en ileri olan ülkelerin –ki bunlarla doğrudan Avrupa ülkeleri kastedilmektedir– ortak özelliklerini belirtmek üzere oldukça yaygın biçimde kullanılmasından ve “çağdaşlaşma”nın (modernization) da, ülkelerin o özellikleri elde etme sürecini belirtecek biçime dönüştürülmesinden kaynaklanmaktadır. Gerçekte Black’in verdiği örnekten hareket edecek olursak, Hıristiyanlaştırma (Christianization: Hıristiyanlığı topluma yayma), ya da sanayileştirme (Industrialization: sanayii topluma yayma) kavramlarındaki Hıristiyanlığın ve sanayiin ne anlama geldiği konusunda genel bir anlayış birliği vardır, oysa ‘çağdaşlık’ sözcüğü “Çağdaşlaştırıcılar” (modernizers) dışında kalanlar için anlaşılmış ya da benimsenmiş bir anlamı iletmez[1].
Çağdaşlığın, bütün dil kurallarının bir yana bırakılarak keyfî bir şekilde “en ileri ülkelerin ortak özellikleri” olarak belirlenmesi, sözünü ettiğimiz kafa karışıklığının başta gelen sebebidir. Nitekim yine Black’in belirttiği üzere, “çağdaşlaşma”nın, süreci belirlemek için kullanılan tek sözcük olmadığı ve “genel anlamda, özellikle gelişmiş ülkelerin azgelişmiş ülkeler üzerindeki etkisini belirtmek üzere, yakın zamanlarda, ‘Avrupalılaşma’ ve ‘Batılılaşma’ sözcükleri”[2]nin onunla aynı anlamda kullanılıyor olması, çağdaşlığı Avrupalılıkla, çağdaşlaşmayı da Avrupalılaşmakla eşanlamlı hale getiriyor. Ancak bu açıklamanın, basit bir mantıkla bile hem Avrupalı ve hem de Avrupa dışında kalan ülkelerin çağdaşlaşmayla olan bağlantısını ifâde etmekten âciz kaldığı açıktır. Coğrafî anlamda zaten Avrupa içinde gösterilen bir İngiltere veya Fransa’nın Avrupalılaşması nasıl bir çelişkiyse, bu ülkelerin çağdaşlığın başlangıcı olan onyedinci yüzyıldan önce Avrupalılaşmamış olduklarını söylemek de aynı derecede bir çelişkidir. Diğer yandan bir Asya veya Afrika ülkesinin Avrupalılaştırılması da aynı çelişkinin bir parçasıdır. Bu çelişki günümüzde, önceleri Batılılaşmayla eşanlamlı tutulan Modernleşme, artık Avrupa kökenli öğelerin öteki toplumlara taşınması ya da belli bir toplum modeline geçiş süreci olarak gösterilmek yerine, “toplum bilimlerinde, insan uygarlığının genellikle sanayileşme ve laikleşme aracılığıyla uğradığı ekonomik, siyasal ve toplumsal dönüşüm”[3] olarak tanımlanmaktadır.
Modernleşmenin tanımındaki bu belirsizlik ve zorlamaların nedenini mantığın dışında, meşrulaştırıcı ideolojik açıklamalarda aramak gerekir. Çağdaşlık için bir mekânın ve bir zamanın ön şart olarak ortaya konulması bu konuda bize önemli ipuçları verir. Çağdaşlığın mekânı olarak, onunla özdeşleştirilen Avrupa’nın belirlendiği zaten açıktır. Çağdaşlığın zamanı, yani hangi tarihte başladığı konusu ise, aşağıda ele alacağımız gibi, modernliğin (Avrupa’nın) kurumlarına göre değişmektedir. Kabaca ele alınırsa çağdaşlık (modernizm), onyedinci yüzyıldan itibaren Avrupa’yı belirleyen bir kavram olarak ortaya çıkmaktadır. Bu olgu, Avrupa çağının başlangıcı olarak niteleyebileceğimiz onyedinci yüzyıldan sonraki Avrupa’yı dünyanın merkezine yerleştirmektedir. Sürecin buradan başlatılması, dünyanın başka yerlerinde ortaya çıkmış daha önceki bütün gelişme, yenileşme ve dönüşümleri devre dışı bırakmakta ve dünya tarihini onyedinci yüzyılda Avrupa’dan başlatmaktadır. Bu tarihten sonra Avrupa, bütün insanlık için vazgeçilmez bir ölçü haline sokulmuştur. Şu halde nasıl bir modernlik tarifi verilirse verilsin, bunun Batılılaş/tır/ma ile aynı anlama geldiği açıktır.
Ayrıca sözün burasında Oryantalizm’i bir kez daha hatırlamakta fayda var: Bilindiği gibi Oryantalizm, Avrupalının “bilimsel hakikat statüsü” vererek Doğu üzerinde yarattığı iktidarın adıdır; gerçeklikle ilgisi olmayan belirleyici, zorlayıcı/yargılayıcı/mahkûm edici bir bilgi çerçevesidir. Olumsuz anlamdaki bu muhayyel kurmacaya karşı modernizm ise, yine Avrupalının muhayyilesinde yaratılan ve gerçekle alâkası olmayan, olumlamaya dayalı bir Batı tasavvurudur. Her iki kurmacada da esas olan düşünce, insanların kafasında Avrupalıların düşlediği biçimde bir Doğu ve bir Batı imgesi oluşturmaktır. Cengiz Aktar’ın belirttiği gibi, ne Fransızcada ve ne de İngilizcede “Batılılaştırılma”yı tek sözcükle anlatmanın kolay olmaması işte bu yüzdendir: Batılılaştırılmada bir edilgenlik söz konusudur; dolayısıyla kendini etkin özne olarak kuran Avrupalılar için böyle bir şey, yani “batılılaştırılma” söz konusu olamaz. “Söz konusu edilgenliğin baskın Batı dillerinde tek sözcükle söylenememesi, ‘Batı’ya maruz kalmış’ bir ülkenin dilinde mevcut olması ise doğal. Batılılaştırılma zorlama bir kavram. Batılı olmayanı Batılı yapmak bir zorlama. Batılıdan başka Batılı olan yok, oldurulanlar var. Bu edilgenlik, öte yandan bir çeşit yenilgi”. Aktar’ın bu ifâdeleri sorunun özünü belirlemektedir. “Batı’ya mâruz kalmak” anahtar bir cümle. Farsçada Modernizm’in “Garbzedegî” sözcüğüyle karşılanması da bizim için ilginç bir gerçeği ortaya koymaktadır. Bunu Türkçeye tam olarak Aktar’ın bu cümlesiyle çevirebiliriz. İşte bu yüzden, “(h)ele Osmanlı gibi Batı’nın onulmaz çekimine rağmen onun tahayyülünü aşağılamış bir imparatorluk söz konusu olunca, yenilgi varoluşsal bir hezimet boyutlarına ulaşıyor. Resmi söylem ve yaygın ideolojiler ise bunun edilgenlik değil, sadece evrensel işleyişin bir tezahürü olduğunu söylemekte. Yani tarihin orada burada tekerrürü. Avrupa’nın birkaç yüzyıl önce gerçekleştirdiğini, geriden gelenler haliyle daha sonra gerçekleştirmiş olacaklardır. Biraz rötar, hepsi bu kadar. Bu Darwinci çizgisellik tüm insanlığın, Avrupa’nın modernleşmeden önce bulunduğu yerden geçmiş olduğunu kuramsal olarak varsaymak zorunda olduğu ölçüde tarihten çok bir efsane konumunda”[4].
Modernliğin başlangıcı
Kuzey Atlantik kıyılarında ortaya çıkan ve Aydınlanma’nın çocuğu olan modernliğin tarihi, Avrupamerkezci tarih yazımlarında doğal olarak ve kesin biçimde 17. yüzyılda yayılmaya başlayan ve 18. yüzyılda egemenliğini pekiştiren “Aydınlama” ile başlatılır. Ortaya çıkışı ve yayılışıyla katıksız bir Avrupa ideolojisi olan Aydınlanma böylece aynı zamanda modernliğin zamanı haline getirilir. Dolayısıyla Aydınlanma ile birlikte başlatılan Modernlik, Avrupa’nın kendi şartları içinde doğan ve birbirinden ayrılması mümkün olmayan bir ikili set oluştururlar.
Her şeyden önce “aydınlama” sözcüğü akıllarda, ister istemez onun karşıtı olan “karanlık” sözcüğünü çağrıştırır. Demek ki, aydınlanmadan önce bir karanlık söz konusudur ve modernizmin incelenmesinde karanlık ve aydınlanma iki temel kavram olarak belirginleşir. Tarihsel anlamda “karanlık” kelimesinin, Avrupa’nın Ortaçağ’ını betimlemek üzere Rönesans’tan sonra kullanılmaya başlandığını ve onunla özdeşleştirildiğini biliyoruz. Bu iki kelime, düşünce tarihiyle uğraşanlar için çok iyi bilinen bir benzetmeyi, yani “Ortaçağ karanlığı” metaforunu akla getirir. Bugün Avrupa’dan yayılarak bütün dünyada olduğu gibi bizde de sorgulanmadan verili bir gerçek olarak kabul edilen ve kullanılan tarih dönemlendirmelerinde İlkçağ’ın ardından gelen Ortaçağ da Batılı tarihyazımına ait bir adlandırmadır. Böylece Ortaçağ, bizzat Avrupalılar tarafından kendi tarihlerinden silmek istedikleri ancak bunu başaramadıkları siyah bir leke olarak tescil edilmiştir. Aydınlanma, bir ideoloji olarak, inkâr edilemez bu karanlığın Avrupa ile özdeşleştirilmesinin önünü kesmek, en azından onun katılığını mümkün olduğu ölçüde yumuşatmak için icat edilmiştir. Dolayısıyla ortaçağ ne kadar kesin ve inkâr edilemez bir kavramlaştırılmış Avrupa gerçeğiyse, Aydınlanma da öylesine onun olumsuzluğunu yok etmek için uydurulmuş katıksız Avrupa karakterli bir kavramdır.
Ortaçağın karanlık bir dönem olarak ortaya çıkışı ve fiilen yaşanması, bütünüyle Avrupa’nın kendi tarihsel şartları, düşünce ve inanç biçimleri içinde gerçekleşmiştir. Avrupa dışı dünyanın bu yapılanmada bir katkısı olmadığı gibi, bu karanlığın üzerinin örtülmesi için projelendirilen Aydınlanma düşüncesinin oluşturulmasında da bir dahli yoktur. Ancak Avrupa dışında kalan çok geniş dünyaya bu tür düşüncelerin içerisinde önemli roller biçildiği de açık bir gerçektir. Avrupalılar tarafından, kendi kıtalarının merkeze oturtulduğu bir düşünce kurmacasında, dışarıdakilere bütün olumsuzlukları temsil eden bir rol yüklenir. Tek taraflı yakıştırma ve bundan da ötede dayatmalara bağlı, hiçbir gerçekliği olmayan bu zorlama rol, Avrupamerkezciliğin bütün dünyada kurmak istediği modern egemenlikle doğrudan bağlantılıdır. Geleneksel toplumla zıtlık içerisinde oluşturulan Modernleşme teorilerinde Avrupa kendini “modern” olarak belirlerken, dışındakileri kendisinin olumsuzu/karşıtı/negatifi olarak işaretlemekte ve dolayısıyla onlar üzerinde tek yanlı bir egemenlik kurmaktadır. Burada modernizmle birlikte oryantalizmi de hatırlamamak mümkün değildir. Biraz yukarda da değindiğimiz gibi modernizm, doğrudan Avrupa’nın kendisini kurma ideolojisi iken, oryantalizm buna uygun bir “Doğu” kurma, yani kendisinin negatifi öteki oluşturma ideolojisi olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bu türden ideolojiler sonuç olarak birbirini destekleyici niteliklere sahiptirler ve aslında da tek amaç, Avrupamerkezciliğin gerçekleştirilmesidir.
Bu açıklamayı, Modernlik için bir başlangıç tespitinin ve bunun karanlık/aydınlık diyalektiği içinde ele alınmasının nedenini göstermek için yaptık. Çünkü ideoloji olarak modernlik, “karanlık ortaçağ”ın, hemen ardından gelen aydınlanmaya dönüştürülmesi çabasını gösterir. Amaç, yapay ışıkla kamaştırılan gözlerin, hemen yanı başındaki karanlığı görmesini engellemektir. Bu evrilme, Avrupa tarihinin yaklaşık bin yıl süren uzun karanlık dönemini bir paranteze alarak yaşanmamış gibi gösterir ve aydınlanmayı mucize bir dönem olarak ortaya çıkarır. Ancak bin yıllık karanlıktan sonra gelen bu ani aydınlanma konusunda hemen hiçbir açıklama bulamayız. Ardında büyük anlatıların oluşturulduğu modern dönemin ne zaman başladığı konusu da, bütün efsanelerde olduğu gibi büyülü masallarla donatılmıştır. Giddens’ın “nedir modernlik?” sorusuna verdiği cevap bunu açıkça gösterir: “İlk yaklaşım olarak basitçe şunu söyleyelim: ‘Modernlik’, on yedinci yüzyılda Avrupa’da başlayan ve sonraları neredeyse bütün dünyayı etkisi altına alan toplumsal yaşam ve örgütlenme biçimlerine işaret eder. Bu yaklaşım, modernliği belirli bir zaman süreci ve coğrafi çıkış noktasıyla ilişkilendirir; ama onun temel karakteristiklerini de şu an için bir karakutu içinde dikkatlice istiflenmiş olarak bir kenara bırakır”[5].
Karakutunun incelenmesi bize dünyanın Avrupalılaşmasının şifrelerini verecektir. Bu şifreler karmaşık ve sorunlarla dolu olduğu için genellikle ortalama insanların ilgi alanı dışında bırakılır, ancak modernliğin zamanı olan onyedinci yüzyıla ve mekânı olan Avrupa’ya ısrarlı vurgular yapılır. Böylece zaman süreci olarak “aydınlanma”nın, coğrafi çıkış noktası olarak da Avrupa’nın (özel anlamda kuzeybatı Avrupa’nın) yüceltilmiş yapay görüntüsü, karakutunun şifrelerine bakmayı geri plana iter ve çoğu zaman da hiç dikkate alınmamasını sağlar. Karşımıza bütün sorunlardan uzak efsaneleştirilmiş bir Avrupa (Batı) çıkar.
Dönemleştirmeyi “modern çağın tarihsel çizgisini amaçlarımıza uygun olarak makul bir şekilde belirleme meselesi”, yani “pragmatik bir mesele” olarak gören Tomlinson[6], modern dönemin ne zaman başladığı konusunun tartışmalı olduğunu, bunun da pragmatik açıdan “konuya nasıl bakıldığına bağlı” bir nedenden kaynaklandığını belirtir[7]. Kolakowski de “çağdaşlığın mazide hangi noktadan neş’et ettiğine karar verişimiz pek tabii bizim bu sözcüğe tahmil ettiğimiz anlamla yakînen alakalıdır”[8]sözleriyle aynı gerçeği dile getirir. Dolayısıyla modernliğin anlamı konusundaki belirsizlikte olduğu gibi, başlangıcı konusundaki belirsizlikte de keyfî bir yararcılık söz konusudur. Çünkü biraz aşağıda da ele alacağımız gibi, modernliğin başlangıcı, reddedilen eski ilebenimsetilecek yeninin sınırını belirler. Tomlinson ve Kolakowski, modernliğin kendine özgü kurumlarından her birinin ayrı çıkış noktaları olduğunu ve buna bağlı olarak da onun için XVI. yüzyılın başlarıyla XX. yüzyılın ortası arasında farklı başlangıç tarihleri belirlendiğini söylerler. Tomlinson’un bu konudaki ifâdeleri şöyle:
Örneğin Wagner, kentleşme, sanayileşme ve siyasal sürecin demokratikleşmesi gibi “modernliğe” özgü tüm toplumsal süreçlerin “çok uzun zaman öncesine dayanmakta” olduğunu, “her zaman aynı anda oluşmadıklarını ve bazılarının ortaya çıkışının sözde modern dünyadan ve çağdan oldukça uzak bölge ve dönemlere kadar gittiğini” ileri sürer. Modernliği kendine özgü kurumları aracılığıyla dönemleştirmeye çalışmanın en büyük zorluğu bütün bu kurumların her birinin ayrı bir “zamanının” olmasıdır. Çok açık bir örnek olarak kapitalizmi alırsak, bu durumda Immanuel Wallerstein bizi “modern dünya sistemi”nin “1500’lü yıllar”da ortaya çıktığına ikna edebilir. Wallerstein’ın modernliğin başlangıcı olarak saptadığı tarih, modernliği esas olarak “feodalizmin krizi”ne ekonomik alanda verilen tepkiler ve kapitalist modernlik çağının ortaya çıkışı bağlamında ele alıyorsak anlamlı olabilir. Peki bu durumda, bu bakış açısı bir başka kurumu paradigmatik olarak kabul eden bir görüşle nasıl bağdaştırılabilir? Siyasi demokrasinin (siyasi modernlik) ortaya çıkışını alırsak, bu bizi XVII. yüzyıldaki olaylara (İngiliz İç Savaşı’na), ya da XVIII. yüzyıla (Fransız ve Amerikan Devrimleri) götürür. Öte yandan endüstriyalizm ise, modernliğin köklerini XVIII. yüzyıldan çok daha ileriye, sanayi devriminin gerçekleştiği XIX. yüzyıla taşır[9].
Kolakowski de, modernliğin geçmişte hangi noktadan ortaya çıktığının, bu sözcüğe yüklediğimiz anlamla doğrudan bağlantılı olduğunu belirtir:
Konumuz uluslararası devlet (çok uluslular); derdimiz akılcı planlama (yatırım), refah devleti ve binnetice sosyal ilişkilerin bürokrasiye bağlanışı ise, pek fazla geriye gidemeden –yüzyıllarda değil- onyıllarda kalmamız gerekecektir. Ama eğer ‘Çağdaşlığın temeli bilim hayatında yatmaktadır’ hükmüne varmış isek, çağdaşlığın tarihini XVII. yüzyılın ilk yarısından işletmek gerekir; çünkü bilimsel araştırmanın ana vasfı, ana ilkeleri ilk kez 1600’lü yıllarda ortaya çıkarıldı, kodlanıp formüllendirildi ve bu meyanda bilim adamları –özellikle Galile ve Galileciler sayesinde- fizik ilminin olaylardan değil, akıldan hareket eden (deneyci/ampirik değil önermeci/sınayan) bir bilim olup a priori (akıl ürünü, tasavvur ürünü) soyut modellere dayanmadığını, bu modellerin tamamının fizik koşullarda denenmesinin gerekmediğini ve hatta bunun mümkün olmadığını düşünmeye başladılar. Bu böyle olmakla birlikte maziye bakışı daha da derinleştirmekten bizi hiç kimse alıkoyamaz: Çağdaş bilimin ana pınarı, bağımsız laik aklın zincirinden kurtarılışıdır, çözülmesidir. Aynı süreç içinde sosyal bilimler kurgusu ilahiyat kurgu ve mantığından ayrıştırılmıştır; işte budur çağdaş bilimin ana menbaı[10].

Modernliğin ortaya çıkışıyla ilgili tarih ve mekândaki bu değişikliklerin hep Avrupa içinde dönüp dolaşması anlamlıdır. İşin bu aşamasında Avrupa dışındaki dünyanın adı bile yoktur. Yeni adına ne varsa bu mekânda ve ona ait zamanda ortaya çıktığına inanılır. Zaman bazen Rönesans ve çoğu zaman Aydınlanma olarak adlandırılır; fakat genel olarak “modern zamanlar”dır. Olayın kahramanı Avrupa’ya karşılık, onun dışındakiler işe geri kalmış-ilkel-yabanıl-geleneksel kişiler olarak katılırlar.
[1] Bkz. C. E. Black, Çağdaşlaşmanın İtici Güçleri, s. 5
[2] A. g. e., s. 5; “…planlı bir Batılılaşma söz konusudur. Bu girişim, kalkınma sözcüğü moda olamadan çok daha önce başlamıştır. İlerleme ve Aydınlanma ideolojisinin ilk günlerine kadar uzanır. Bir adı da modernleşmedir”. (Serge Latouche, Dünyanın Batılılaşması, s. 89)
[3] AnaBritannica, “Modernleşme” mad.
[4] Cengiz Aktar, Türkiye’nin Batılılaştırılması, s. 13
[5] Anthony Giddens, Modernliğin Sonuçları, s. 11
[6] Bkz. John Tomlinson, Küreselleşme ve Kültür, s. 56
[7] Bkz. a. g. e., s. 54
[8] Leszek Kolakowski, Modernliğin Sonsuz Duruşması, s. 16
[9] John Tomlinson, a. g. e., s. 54–55
[10] Leszek Kolakowski, a. g. e., 16–17

MODERNLİĞİN SEFALETİ 1 Yüksel Kanar


Modern kelimesi sözlüklerde “içinde bulunulan zamana, ya da göreceli olarak yakın bir döneme ait; en son ilerlemelerden yararlanan” şey olarak tanımlanır. Dolayısıyla kelimenin sözlük anlamı, herhangi bir değer yargısı belirtmeksizin, kökeni mevcut çağ ya da dönemde olan şeylere işaret etmektedir. Bir şeyin şu andaki durumuyla önceki durumu arasında bir mesafe yaratmak için ona modern deriz.
Değer yargılarından günlük yaşama kadar her şeyde ortaya yeni çıkmış anlayış ve uygulama biçimlerini gösteren bu tarafsız anlamıyla modern, hemen bütün kültürlerde bazen kabul edilebilir olanı, bazen de hafiflik, ciddiyetsizlik ve züppeliği ifâde eder. Eski anlayışları düzelten veya tamamlayan anlamıyla olumlu görünürken, onları bozan veya yıkan anlamıyla olumsuz görünür. Kısacası modern, yani yeni olan her şey, iyi ve kabul edilebilir şey demek değildir: “Pek çok kullanımında modern sözcüğü aynen moda sözcüğü gibi bir değer yargısı, önyargı, peşin kabul, olumluluk-olumsuzluk vurgusu içermeyen, nötr (yansız) bir sözcük görünümündedir. Çağdaş olan şey bu çağda olan şeydir ve hatta bu kelime sık sık istihza mahiyeti taşır”[1].
Henüz Avrupamerkezci düşüncelerin tam anlamıyla ortaya çıkmadığı “İlk zamanlarda ‘modern’ (çağdaş) sözcüğü çoğu kez bayağı ve basmakalıp gibi aşağılayıcı bir anlamda kullanılırdı ve Shakespeare de deyimi hep bu anlamda kullandı. İngiliz yazarları Fransız devriminin önderlerine ‘çağdaşlaştırıcılar’ olarak yollama yaptıklarında bu sözcüğü kuşkusuz kötüleyici anlamda kullanıyorlardı”[2].
Bu anlamıyla modernlik, herhangi bir düşünce, kültür veya coğrafyaya mal edilmeden, kazanılan birikimleri tahrip etmemek ve onun eksiklerini tamamlamak kaydıyla, her kültürün daha iyiyi arama ve ona ulaşma çabası olarak görülebilir. Kuşkusuz her insan ve onun bağlı olduğu kültür, geçmişin tecrübeleri üzerinde yükselir. Bugün yaşayanlar geçmişte yaşayanlara göre daha ileri bir tecrübe düzeyinde bulunurlar. Bu anlamda modernlik, her ne kadar yeni olanı temsil etse de, aslında dünyanın ömrü açısından düşünüldüğünde bu yenilikler en eskileri de hesaba katarak, onlara yaslanarak oluşturulan yeniliklerdir. Bugünden geriye bakıldığında bize eski olarak görünen dünya, gerçekte bugün düne göre daha yaşlıdır. Dolayısıyla biz, geçmiş dönemlere göre daha da yaşlanmış ve eskimiş bir dünyada yaşıyoruz. Şu halde modernlik, yeni türeyen, gelip geçici olan, anlık heveslere cevap veren bir şey olabildiği gibi, geçmişin tecrübelerinden yararlanılarak oluşturulmuş, geleceğe ışık tutan kalıcı değerlerin yeniden ifâdesi olarak da ortaya çıkabilir.
Kolakowski, modern kelimesinin Almancada hem çağın malı, hem de revaçta (makbul, tercih edilen) demek olduğunu, İngilizce ve diğer Avrupa dillerinde ise bu iki anlam için ayrı kelimeler (modern/revaçta) kullanıldığını belirterek Almancadaki kullanımın sözcük anlamı yanında, ona bir değer atfederek (revaçta) ideolojik anlam da yüklendiğine ve bunların ikisini birlikte karşıladığına dikkat çeker. Bu çerçevede, yani işin içine değer yargısının karıştığı ve her iki sıfatın (çağın malı/makbul) buluştuğu durumlarda ortaya birtakım sorunların çıkması da kaçınılmazdır: “Tabii modern teknoloji yerine makbul (kabul gören, tutulan) teknoloji, modern bilim yerine makbul bilim, modern sanayi yönetimiyerine makbul sınai yönetim diyemeyiz, makbul buralara gitmez. Ama herhalde modern fikirler makbul fikirler, modern resim makbul resim, modern giyim de makbul giyim şeklinde ifade edilebilir. (…) öte yandan, modern bilim ve modern teknoloji tabirleri, en azından günlük dilde, bir üstünlük ifadesi içermektedir”[3].
Black ise önce Latincede, daha sonraları İngilizcede ve öbür dillerde sözcüğün çağın ve ‘geçmiş’in yazar ve yazılarını birbirinden ayırt etmek üzere, daha sonra yedinci yüzyılda ise ‘modernity’ (çağdaşlık), ‘modernizers’ (çağdaşlaştırıcılar) ve ‘modernization’ (çağdaşlaşma) sözcüklerinin değişik biçimlerde oldukça sınırlı ve teknik bağlamlarda kullanıldığını belirterek[4] onun sözlük anlamındaki tarafsız kullanımına dikkat çeker.
Kelimenin yukarıdaki sözlük anlamları bize, Avrupa’daki “bilimsel devrimden buyana insan sorunlarındaki hızlı değişme sürecini belirten genel bir deyim olarak”[5] kullanılan ideolojik anlamdaki modernlik (çağdaşlık), ya da modernleşmeyi (çağdaşlaşma) tanıtmaz. Bu açıdan bakıldığında, üzerinde uzlaşmaya varılmış bir tanım bulamayız. Kelime neredeyse sözlük anlamıyla olan bütün ilişkilerinden kopartılarak Avrupa’ya ait bütün değerlerin yüceltilmesini ifâde eden apayrı bir anlama bürünür. Adına “Avrupa dönemi” diyebileceğimiz, belirli bir tarihte başlayan ve halen devam eden zaman içinde, kendinden önceki her şeyin “geleneksel” nitelemesiyle olumsuzlaştırılarak bir tarafa bırakılmasını, Avrupa dışında kalan dünyanın tarihsiz, kültürsüz ve anlamsız bir dünya olarak tedavülden kalkışını açıklayan bir kavram olarak kullanılır. Modernlikle ilgili bütün çalışmalarda onun, Batı lehine üstünlük ifâdesi içeren, ayrıcalıklı hâle getirilmiş bu anlamını görmek mümkündür.
Tarihyazımına ilişkin bu ikinci anlamında modern, Oxford İngilizce sözlüğün de tanımladığı şekliyle “genellikle (ilk ve orta çağa zıt olarak) Orta Çağ’dan sonraki zaman için kullanılır. Sözlük bu anlamda moderni 1585 gibi erken bir zamanda kullanan bir yazardan alıntı yapmaktadır”[6]. Bizi ilgilendiren de zaten bu anlamdaki modernliktir. Batı kendini ortaçağ gibi bir karanlığın yaratıcısı ve yaşayıcısı olarak tanınmaktan kurtarmak ve dünyanın biçimlendiricisi gibi göstermek için böyle bir modernlik anlayışını çok iyi kullanmıştır.
İdeoloji olarak modernlik
Sözlüktekinden farklı olarak bu ikinci anlamda modernlik, büyük bir anlam kaymasına uğratılarak, Avrupa’nın her alanda üstünlüğünü öne çıkaran bir ideolojiye dönüştürülmüştür. Dönem olarak Ortaçağ’dan sonraya, Aydınlanma ile aynı zamana yerleştirilen modernlik, bu haliyle, hemen öncesindeki aşılmaz Ortaçağ karanlığının Avrupa’ya ait bir özellik olduğu gerçeğini bakışlardan gizleyici bir görev yüklenir. Böylece en yeni ve en ileriyi ifâde eden modernlik, Avrupa’nın temel karakteristiğini simgeleyen ve ona üstünlüğünü sağlayan bir kavram olarak inşa edilir. Geçmiş bütünüyle “geleneksel”lik parantezi içinde, olumsuzluklar yığını olarak ve “modern”liğe karşıt bir biçime sokularak reddedilir. Artık bütün olumsuz özellikler geleneksellikle, geleneksellik de Batı-dışı toplumlarla özdeş hale getirilmiştir; olumlu özellikler ise modernlik adı altında Batı’yla özdeşleştirilmiştir. Geçmişin bu şekilde reddinin Avrupalılar tarafından ne anlama geldiği ayrıca ele alınacak başlı başına bir konudur.
Bilimsellik kılığına büründürülmek sûretiyle asıl özellikleri gizlenmeye çalışılan bütün ideolojik kelimeler gibi, masumiyetinden uzaklaştırılan “modernlik” de, artık kelime anlamıyla değil, bu özel anlamıyla Avrupamerkezciliğin kullanım alanına sokulmuş, günümüzde neredeyse bütün dünya dillerine, önüne geldiği her kelimenin Avrupalı özelliğini vurgulayan ve ona üstünlük sağlayan bir kavram olarak yerleştirilmiştir. Modern bilim, modern yaşam, modern hukuk gibi tanımlamalarla, hiçbir ek açıklamaya gerek kalmaksızın revaçta ve makbul olan Batı (Avrupa) bilimi, yaşamı ve hukuku anlaşılmaktadır.
Kelimenin bu iki anlamı arasındaki bağlantı, dünyanın Batı ve Batı-dışı olarak ikiye ayrıldığı günden bu yana hayatî bir önem taşımıştır. Modernliğin, her türlü olumluluğu içeren bir özelliğe büründürülerek Avrupalılıkla eşanlamlı hale getirilmesi, doğal olarak Avrupa dışında kalanları, bunun tam tersi yönde olumsuzluklar nesnesi haline sokmaktadır. Elbette bu durum, kaçınılmaz olarak dünyanın asıl geniş bölümünü oluşturan Avrupa dışı ülkelerde büyük tepkilere neden olmakta gecikmedi. Çünkü “modern” kelimesi, Avrupalı olmayan diğer dünya halkları için açık bir hakaret anlamı taşıyordu. Bunun farkına varılmasıyla birlikte kelimeye, sözlükteki “yeni” ve “ileri” anlamları öne çıkarılarak bir câzibe kazandırılmaya, “Batı üstünlüğü karşısında Batı-dışının ilkelliği” anlamındaki sertlik yumuşatılmaya ve olumsuz tepkiler törpülenmeye çalışıldı. “Modern” olanın “Avrupalı” olmakla eşanlamlı sayılması anlayışı, dolayısıyla modernliğe ulaşabilmenin ancak Avrupalılaşmakla mümkün olacağı düşüncesi, Avrupalı olmayanların kafasına “yeni” ve “ileri” kelimeleri aracılığıyla sokulmaya çalışıldı. Yeni/ileri-Avrupalı kurgusu büyük bir ustalıkla yapıldığı için, kültürsüzleştirilen çevrelerde yerleştirilen yeni ve ileri olan her şeyin Avrupa’ya ait olduğu aldatmacası pekiştirilerek tartışılmaz hale getirildi.
Kısacası sözlük anlamının (yeni/ileri) çekiciliğinden yararlanılarak ideolojik modernlik, Batılı kuramcılarca, kendilerine ait her şeyin kafalarda ileri ve üstün sayılmasını sağlayacak içeriklerle doldurulmuştur. Wallerstein böylece modernliğin, terim olarak yirminci yüzyılın başlarında en ileri teknolojiyi ifâde eden, teknolojik ilerlemenin ve dolayısıyla sürekli buluşların farazî sonsuzluğuna ilişkin kavramsal bir çerçeveye oturtulduğunu belirtir: “Bu modernlik biçim olarak oldukça maddiydi; uçaklar, klimalar, televizyonlar, bilgisayarlar. Modernliğin bu türü hâlâ cazibesini yitirmemiştir. Kuşkusuz sağlıksız, hatta iğrenç bir şey olduğu için, hız ve çevreyi kontrol etme peşinde koşan bu ebedi arayışı reddettiklerini ileri süren milyonlarca zamane çocuğu olabilir. Fakat Asya ve Afrika’da, Doğu Avrupa ve Latin Amerika’da, Batı Avrupa’nın ve Kuzey Amerika’nın kenar mahalleleri ve azınlık muhitlerinde, bu tür modernlikten tam olarak yararlanmaya can atan milyarlarca –milyonlarca değil, milyarlarca- insan var”[7].
İdeoloji olarak modernlik aynı zamanda, Avrupa’ya özgü olan ve karanlık özelliğiyle fiilen bu kıtada yaşanan Ortaçağ’ı, Avrupa’yı belirleyen bir çağ olmaktan çıkarmayı amaçlar. Sözlük anlamının kelimeye sağladığı câzibe yanında, ideolojik anlamın kurulmasında da önemli işlevi olan Ortaçağ, negatif açıdan modernliğe göz ardı edilemeyecek olumlu katkılar sağlamıştır. Daha sonra da yeri geldikçe üzerinde duracağımız gibi Ortaçağ, bütün olumsuz özellikleriyle modernizm kavramının yüklendiği olumlu çağrışımlara haklılık ve bunun da ötesinde büyük bir görkem kazandırmıştır. Zaten yukarıda verilen “genellikle (ilk ve orta çağa zıt olarak) Orta Çağ’dan sonraki zaman için kullanılır” tanımı da bunu göstermektedir. Bu anlamda kelimenin 1585 gibi erken bir zamanda kullanılmış olması ayrıca dikkat çekicidir.
Modern dönemin başlangıcı kabul edilen Rönesans ya da “Aydınlanma”nın, anlam olarak karanlık Ortaçağ’la bir zıtlık içinde kurgulanması elbette rastlantı değildir. Böylece ustalıklı bir biçimde olumsuz bir dönem, âdeta Avrupalı yapısından uzaklaştırılarak yeniden diriliş (Rönesans) ve Aydınlanma dönemleriyle yer değiştirmiş oluyor. Ortaçağ kendi eseri olduğu halde, modern dönemin başlangıcından daha eskide kaldığı için gelenekselliğe dâhil edilerek âdeta ondan kurtulunmuş oluyor. Bu durum, bir dezavantajın nasıl avantaj haline getirildiğini gözler önüne seriyor. Böylece modern dönemin başlangıcı olarak Aydınlanma, evrensel bir ideal olarak egemenliğini pekiştirmek için Ortaçağ’ı kendi “ötekisi”ne çeviriyor. Avrupa’nın, kimliğini kurarken sık sık bu yola başvurduğunu, yani olumsuz olanı kendi ötekisi haline getirmek suretiyle kendini olumladığını biliyoruz. Nitekim Oryantalizm de bütünüyle, her türlü olumsuzlukların taşıyıcısı olarak bir “öteki” yaratmak ve kendini onun zıddı olarak kurmak amacıyla yine Avrupalılar tarafından icat edilmiş bir ideoloji olarak karşımıza çıkmaktadır. Elbette Ortaçağ’ın katıksız Avrupalı karakteri aynen korunmuş olsaydı, o zaman Avrupa kendi kendini yıkmış olurdu. Böylece daha sonra, Avrupa’ya ait tarih dönemlendirmeleri şablonu bütün insanlığa mal edilerek Avrupa tarihinin küreselleştirilmesi, bu tarih içinde yer alan Ortaçağ’a bütün insanlığın ortak edilmesi ve artık “herkesin” olan bu koyu karanlıktan çıkışın tek yolunun da “modernlik” olarak belirlenmesi mümkün hale gelmiştir. Oysa Avrupa dışında kalan dünyanın ne Ortaçağ gibi bir karanlığı bulunuyordu ve ne de ondan kurtulma diye bir sorunu vardı.
Avrupa’nın yaşadığı Ortaçağ karanlığının haksız olarak bütün insanlığın üzerine yıkılması, bundan çıkışın da ancak Avrupa tarafından gerçekleştirildiği düşüncesinin zihinlere kazınmış olması, başlı başına üzerinde durulması gereken bir sorunsaldır. Wallerstein bu düşüncenin yaratılmasında, modern kavramının olumlu olmaktan çok muhalif olan ikinci çağrışımının kullanıldığını belirtir. Ona göre bu çağrışım, “ileri dönük olmaktan ziyade militan (ve kendini beğenmiş), maddi olmaktan ziyade ideolojik olarak nitelendirilebilirdi. Modern olma, ortaçağ kavramının, dar fikirliliği, dogmatizmi ve hepsinden öte otoritenin kayıtlamalarını cisimleştirdiği bir zıtlık içinde, ortaçağ karşıtı olmayı ifade etmekteydi”[8].
Sorunsalın temelini, katıksız biçimde Avrupa’ya ait olan birbirine zıt iki kavramın,modernizmle onun tam karşıtı olan ortaçağın, olumlu ve olumsuz kategoriler olarak birbirini desteklemek üzere bir araya getirilmesi oluşturmaktadır. Böylece olumsuz kategori de çelişik (paradoksal) olarak olumlu hâle getirilmektedir. Kendi özgün özelliğinin yine kendi karşısına konulamayacağını bilen Avrupa, daha sonra modernizmin tam karşısında yer alan “ortaçağ” yerine, kendi dışındaki dünyayı koydu. Artık zıtlık “kendisi” ve bu yeni “öteki” arasındaki zıtlıktı. Karanlığın yerini “öteki almıştı ve kendisi de aydınlığı temsil ediyordu.
Burada kelimenin ideolojik boyutu içinde iki tür modernliğin, teknoloji modernliği ileözgürleşme modernliğinin iç içe geçtiğine ayrıca dikkat edilmelidir. Birincisi teknolojik ilerlemenin, sürekli buluşların sonsuzluğunu, ikincisi ise kötünün ve bilgisizliğin güçlerine karşı insan özgürlüğünün zaferini temsil edecek biçimde kurgulanmıştır. Aynı zamanda birincisinin ortaya çıkması için gerekli ortamı sağlayan dogmatik, dar fikirli ve otoritenin mutlak bağları altındaki ortaçağ kavramından kurtuluşu simgeleyen bu ikinci modernlik, onu kurgulayanlarca “Teknolojik ilerlemede olduğu kadar kaçınılmaz biçimde ilerlemeci bir yörüngeydi. Ancak insanın doğaya karşı zaferi değildi, daha çok insanlığın kendine karşı ya da ayrıcalıklılara karşı zaferiydi. İzlediği yol entelektüel bir keşif yolu değil, toplumsal çatışma yoluydu. Bu modernlik teknolojinin, dizginsiz Prometheus’un, sınırsız zenginliğin modernliği değildi; daha ziyade özgürleşmenin, gerçek demokrasinin (aristokrasinin ya da en seçkinlerin yönetimi karşısında halkın yönetimi), insan başarısının ve evet, ılımlılığın modernliğiydi. Söz konusu özgürleşme modernliği, kısa ömürlü bir modernlik değil, ebedi bir modernlikti. Bir kez alışıldı mı, bir daha asla bırakılmayacaktı”[9].
Wallerstein, bu iki söylem ve iki modernliğin oldukça farklı, hatta birbirine zıt olmalarına rağmen, aynı zamanda tarihsel olarak derin biçimde birbirlerine sarmalanmış olduğunu, öyle ki bu karışmanın büyük bir kafa karışıklığı, belirsiz sonuçlar ve derin hayal kırıklıkları yarattığını söyler.

[1] Leszek Kolakowski, Modernliğin Sonsuz Duruşması, s. 15
[2] C. E. Black, Çağdaşlaşmanın İtici Güçleri, s. 4
[3] Leszek Kolakowski, age., s. 15
[4] Bkz. C. E. Black, age., s. 4
[5] Age, s. 4
[6] Immanuel Wallerstein, Liberalizmden Sonra, s. 123
[7] Age., s. 123-124
[8] Age., s. 124
[9] Age., s. 124

21 Ağustos 2015 Cuma

BİRLİK VE BERABERLİK Hasan Hanefi



Bizler, ortak bir tarihi paylaşan, ortak bir vatanda, ortak bir kültür içerisinde yaşayan, bugüne ve geleceğe dair ortak umutlar besleyen bir toplum değil miyiz?

Klasik veya modern sömürü tarzlarına karşı direnemediğimiz için bölünüp parçalanmış durumdayız. En büyük trajedilerimizden biri budur.

Aramızdaki şu yapay sınırlar, başımızdaki istikrarsız kukla yönetimler, hiçbir milli ve bütünleştirici ufka sahip olmayan uyduruk devletler.

Bir tarafta sadece belli kesimlerin memnun olduğu babadan kalma krallık sistemleri, diğer tarafta toplumun geniş kesimlerini memnun edemeyen askeri ihtilal yönetimleri.. Bu sistemlerin her ikisi de egemenliğin kaynağını ortaya koyacak toplumsal bir uzlaşmadan yoksundurlar.

Tam bu nıktada "Egemenlik Allah'ındır!" sloganından hareket eden İslami hareketler, mevcut siyasi sistemler karşısında en büyük tehdidi oluşturmaktadır.

Aslında aramızda bu kadar ortak nokta varken bölgesel milliyetçiliğin, ayrımcılığın, bölücülüğün ve parçalanmanın tuzağına neden düşmekteyiz?


Doğu Batı Tartışmaları  (s.17)