Jacques Derrida, editörü olan Catherine Malabou adlı arkadaşına 10 Mayıs 1997’de İstanbul’dan bir mektup göndermiştir. YKY ve Boğaziçi Üniversitesi’nin davetlisi olarak Türkiye’ye gelişinde kaleme aldığı bu mektupta Derrida’nın en çok üzerinde durduğu, kendisini şaşkınlığa uğrattığını söylediği konu, Cumhuriyet döneminin Latin alfabesi devrimidir… Yapı Kredi Yayınları’nın “Cogito” adlı üç aylık düşünce dergisinde yayınlanan bu mektubu okurken, Derrida’nın gözünden Türkiye’yi ve İstanbul’u ilk kez görüyormuş gibi olmanın heyecanını yaşadığımı söylemeden geçmek istemem. Resmi ideolojinin küçük yaşlarımızdan itibaren yaşamımıza kazıdığı pek çok şey, irade dışı eklenmiş olan düşünce dünyamızda öylece duruvermekte, farkında bile olmaksızın savunduğumuz, koruduğumuz, değerli bulduğumuz yargılar şeklinde var olmaya devam etmektedir. Ta ki, dışarıdan bir gözün ‘’neden?’ ve ‘’nasıl?’’ gibi sorularına maruz kalana dek… Bir dil felsefecisinin gözünden, ülkede gerçekleştirilen alfabe devriminin, o dönem insanları üzerindeki etkisini sorgulamak; geçmişe bakışımızı ve geleceğimize yansıyacak etkileri üzerinde düşünmek ülke insanlarının önemli sorumluluklarından biri kuşkusuz…
“(…) Sana Türkiye’den kart atacağıma söz vermiştim Catherine. Fakat kuşkusuz bu bir mektup olacak, yine de posta kartı tonunda ve ritminde yazıyorum.
Aslında hep düşündüğüm tek şeydir bu, ki sen bunu bir semptom olarak okuyabilirsin: benim ile birlikte seyahat yolum. Sadece onu, harfi (letter) düşünüyorum. Bu durumda, Türklerin harflerini, Türk tarihini derinden etkileyen harf devrimini (transliteration), kaybolmuş harflerini, şiddetle değiştirmeye zorlandıkları alfabelerini düşünüyorum. Kısa bir zaman önce, senin de tanıdığın o yetenekli kahraman komutan K. A’nın, ‘’modern zamanlar’’ın bu cüretkar, sarih, fakat zalim kurtarıcısının, halkın modernliğin eşiğine taşıyan emirleriyle oldu bu. “En route”, ileri, büyük yolculuğa devam! İleri marş! Nasıl da tramvatik! Bizde böyle bir şey olduğunu düşün: Cumhurbaşkanı yarından itibaren yeni bir yazı sistemi kullanmamız gerektiğine karar versin. Üstelik dil değiştirmeksizin! Ve dünün harflerine dönüş kesinlikle yasaklanacak! Bu “coup de la lettre” (harf darbesi), bu şans veya bu darbe belki de her olayda bize vuruyor: Kişinin sadece soyunması değil, gitmesi, çıplak halde tekrar yola koyulması, beden değiştirmesi; işaretlerin, her tezahürün vücudunu değiştirmesi gerekir ve bunu yaparken aynı kalmış, yani kendi dilinin hala efendisiymiş gibi davranmak zorundadır.”
Bu cümleler Derrida’nın mektubundan… Bu ünlü yapı-sökümcü düşünür, başka bir ülkenin vatandaşı ve yeni karşılaştığı bir durum üzerine, empatik bir biçimde soru sorarak yaklaşıyor: ‘’Ya bize de yarın böyle bir emir gelecek olsaydı?’’. Resmi ideolojinin bize oluşum gerekçelerini arda arda sıralayarak doğruluğu ve gerekliliği konusunda ikna ettiği bir durum, bir düşünürün ifadelerinde bu şekliyle yer alıyor. Ve ardından ekliyor; ‘’ bunu yaparken aynı kalmış, yani kendi dilinin hala efendisiymiş gibi davranmak zorundadır’’; yani, bu duruma maruz kalan birey artık ‘dilinin efendisi’ konumundan olmaktan çok uzaktadır. Devam ediyor Derrida:
“(…) özellikle de kamusal alanlarda’modernleştirici’ K. A dimdik yükseliyor. Hep ayakta dururken temsil ediliyor bildiğin gibi, ama Türklerin, hatta onu kült haline getirenlerin bile, onu sevdiğinden çok emin değilim. Yazıyla ilgili bu hikaye yüzünden ondan hala nefret etmiyorlar mı? (görebildiğim en derin yara bu, öyle ya da böyle herkesin kaderine mühürlenmiş bir kötülük figürü) Kanımca, Türkler ona saygı duyarken, onu anıp yaşatırken bir yandan da beddua ediyorlar. Üstelik sadece Müslümanlar da değil! Tabii eğer yine bunları ben uydurmuyorsam.” (Cogito, 2006; 20, 21)
Dikenli cümlelerle dolu bu alıntı, sanırım birçok okuru şu an rahatsız eder durumdadır. Ama burada yine Derrida’nın kendiyle olan konuşmasını ne şekilde yürüttüğünü yine ‘kendine’ yaptığı bir açıklamasından alıntılamak istiyorum; “Her zaman olduğu gibi burada da ‘halk’la ve de bu harf değişikliğinin ruh göçünü yeniden tasarlamış olan, böyle bir kararı verebilen ve uygulamayı başaran ‘birey’le özdeşleşmeye çalışıyorum. Her an onları düşünüyorum, ama sanki rüya görüyormuşum gibi. Ve, Türkiye’de bir harf katliamı olduğunu tahayyül ettiğim, geri dönüşü olmayan bir yolculuk olduğunu düşündüğüm şeyi üstlenmeye ve yanıma almaya, sanki içindeymiş gibi onu kavramaya ve yeniden yaşamaya çalışıyorum.” (Cogito, 2006; 23) Mektubun ortalarında Derrida, eleştiri dozunu biraz daha artırarak düşüncelerini ifade etmeye devam ediyor ve başka (kendi, çocukluğu, anne-babası, seyahat kavramı, bellek vb.) konular üzerine düşünce üretmeye devam ediyor. (Mektup başlı başına ‘Kemalizm eleştirisi’ olarak algılanmasın diye bu açıklamam.) Evet, şöyle devam ediyor Derrida birkaç sayfa sonra konuya tekrar dönerek: ‘’Türkiye’ye bu ilk gelişimi anlatmaktan tamamen acizim. Bu işin yüzlerce cilt ve yeni bir dilin icadını gerektirmesi karşısında ezilmekteyim. O halde, düpedüz sapkınlıktan, cahil ön yargılarımı doğrulamak için kendimi sadece bir açıklamayla, politik bir ‘metonimi’yle sınırlandıracağım; başlarken söylemiş olduğum gibi, buraya ayak bastığımdan beri saplantılı bir halde, yeni yazı şeklini halka dayatma kararı aldığında yakışıklı Kemal Atatürk’ün aklından neler geçtiğini düşünüyorum: ‘’Tamamdır, herkes iş başına, her şey halledildi, artık yeni bir alfabemiz var! Yeni harflerimizle yola koyulabiliriz!’’ Modern kültüre geçiş bahanesiyle insanlar bir günde, yüzyılların hafızasını okuyamaz hale geldiler, cahil kılındılar. İşte bu, kişinin ülkesini kim bilir hangi serüven arayışına terk etmesinin korkunç yolu, bunu yapmanın en canavarca ama belki de tek yolu, bellek yitimidir! Farklı yazmayı öğrenmek, yayımlanmayacak bir mektup yazmak ( bu ama öteki değil, tamamen eşsiz ama ödünç alınmış görünen bir mektup). Üstelik kırbaç zoruyla ve çağın diktatörlüğü altında, keyfi gibi görünen bir disiplinin baskısı altında, yine de yaptıkları için dünyadaki en iyi gerekçeleri her zaman sıralayabilen bir bir baskı altında. Bir şeyin olması için dönüşü olmayan bir çıkışın (sortie) gerçekleşmesi için zorunlu ve kötücül bir koşul, bir makineleşme değil mi bu? Kim bilir?’’ (Cogito, 2006: 27)
Düşüncelerine, diline, kalemine, resmi ideoloji ya da militarist düzen tarafından pranga vurulmamış bir ‘’düşünür’ün atalarımla kurmuş olduğu empatik düşüncenin karşısında en az sizler kadar ben de şaşkınlığa uğradım. (Burada sadece ‘’şaşkınlığa uğramış olan siz’’leri kastediyorum.) Bunu ondan daha önce benim neden yapmayı hiç düşünmemiş olduğumu sorgularken buldum kendimi, ve bu yazı ortaya çıktı. Bu yazı bir giriş olsun Derrida’nın ‘’harf darbesi’’ olarak nitelendirdiği olguya , devamını bir sonraki yazıda getirelim… (Bu sayede biraz daha düşünme fırsatımız olsun Derrida’nın kendine sorduğu soruları.) Düşünce ve umutla…
Kaynakça; Cogito, DERRİDA: Yaşamı Yeniden Düşünmek, sayı: 47- 48 Yaz-Güz, 2006, Özel Sayı
Gülşah Köksal, Mühim Hadiseler Enstitüsü
http://muhimhadiseler.org/derrida-ile-alfabe-devrimini-yeniden-dusunmek/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder