1.
Burada ele alacağım ibretlik yazı, aslında
üç yıl önce yazılmış. Birçokları gibi ben de, zaman kaybından başka bir şey
olmadığına inandığımdan, yıllardır onun yazılarını okumadığım için bu yazıdan bir
süre önce Asım Öz’ün internette rastladığım iki yıl önceye ait bir yazısı
dolayısıyla haberdar oldum. Rasim Özdenören’in sığlığını çok iyi biliyordum,
ama bir müfteri olabileceğini hiç düşünmemiş, tahrif ve tağyirle bir büyük
insanı küçük düşürmeye çalışacağını aklımın ucundan bile geçirmemiştim. Öz, söz
konusu yazıyı ayrıntılı olarak inceleyemediğini, fakat “çok cesur ve gayet
cüretkâr bir teşebbüs” olarak gördüğünü belirtiyor, arkasından da şunları
ekliyordu: “Keşke mezkur yazı gereğince irdelenip eleştirilebilseydi zamanında.
Keşke ortada bu yanlış fikirlere adaleti tesis etme sorumluluğu ile karşı
çıkabilecek cesarette yazarlarımız olabilseydi”.
Eğer durum Öz’ün anlattığı gibiyse inanılır gibi değildi. Herkesin
inancından, samimiyetinden dürüstlüğünden emin olduğu bir insanın mısraları
değiştiriliyor, Batıcıların görüşleri olarak aktardığı sözler, bizzat onun
sözleriymiş gibi sunuluyor, onu bir Batıcı gibi göstermek için bütünlüğünden
koparılan mısralara apayrı anlamlar yüklenerek karşımıza farklı bir kişilik
çıkarılıyordu. Bu, ahlâkî olmayan bir davranış türüydü ve içinde zerrece vicdan
ve adalet duygusu taşıyan birinin yapabileceği bir şey olamazdı. Bu yüzden de,
söz gelimi aynı davranış Tevfik Fikret, ya da örneği Nazım Hikmet’e karşı da
yapılmış olsa, söyleyeceklerimiz aynı olurdu. Çünkü biz Kur’an’da yan yana
emredilen “adl” ve “ihsan”a inananlardanız.
Hece dergisinin Ocak 2008’deki Mehmet Akif özel sayısında yer alan,
Rasim Özdenören’e ait Müslüman Bir
Düşünür Olarak Mehmet Akif’in Çelişkileri başlıklı yazıdan söz ediyorum.
İçeriğinin anlatıldığı gibi olduğuna inanamadığım yazıyı temin ettiğimde,
olayın yazılandan daha vahim olduğunu gördüm. Yazı, birçok kimseye çok garip
gelecek ama, yazarının cehaletini ve art niyetini bütün çıplaklığıyla ortaya
koyan, Mehmet Akif’e karşı yazılmış bir “küfürnâme”, ya da bilinçli bir
“iftiranâme”den başka bir şey değildi. Bunların kanıt gerektirecek cinsten
suçlamalar olduğu sanılmamalı. Aksine her okuyanın –kültür düzeyi ne olursa
olsun- Akif’e asla yakıştıramayacağı, ama rö’nün (ismi tekrarlamak gereksiz
olduğundan bu kısaltmayla anılacaktır) kişiliği konusunda tereddütsüz bir
yargıya varacağı; bir insanın kendi kaleminden kendi aleyhine çıkan bir utanç
belgesi olarak kalacağı şüphesizdir. Sadece onun yazısı değil, özellikle 2008
yılından sonra hakkında çıkan özel sayı ve diğer yazılarda ve anma kitaplarında,
kişiliğinin bu yanı göz önünde bulundurulmadan ona övgüler dizen ve bu iftira
ve cehaletten söz etmeyenler, Mehmet Akif’e karşı tahrif, tağyir ve iftiralarına
göz yumanlar da herhalde bu vicdanî sorumluluktan kurtulamayacaklardır. Nitekim
sözkonusu “küfürnâme”den sonra, rö’nün Akif düşmanlığını tekrarlaması için
çanak tutucu, “abi” sosuna bulanmış bir konuşmadan da aşağıda kısaca söz
edeceğim.
Mehmet Akif, özellikle dönemi göz önünde bulundurularak bakıldığında,
içinde hep medeniyet kaygısı taşıyan samimi bir mü’min ve ilkeli bir insan
olarak Batı’ya, Batıcılığa ve Batıcılara karşı en ufak bir hayranlık, yakınlık,
kompleks veya güven duymamış birisidir ve bu özellikler onun alâmet-i
fârikasıdır. Dolayısıyla rö’nün, onun şiirlerinde yaptığı tahrif ve tağyirle Akif’e
yönelttiği Batıcılık suçlaması, aslında Akif’e yapılan en büyük iftiradır.
Mehmet Akif’e karşı çıkanlar, onu sevmeyenler çok olmuştur. İsmail Kara
ve Fulya İbanoğlu tarafından hazırlanan, vefatından sonraki dört yıl içinde Mehmet
Akif hakkında yazıların toplandığı Sessiz
Yaşadım adlı eserde, lehinde olanlar yanında aleyhinde yazılan ağır
eleştiri ve ithamları da bir arada görmek mümkün. Fakat bunlardan hiç birinde
rö’nün yaptığı çirkinliği ve kabalığı görmek mümkün değil. Hiç birisi, onu küçük
düşürmek için mısralarıyla ve kelimeleriyle oynamamış, başını ve sonunu budayarak
işine yarayan mısraları bütünlüğünden koparıp amaçladığı şeyin tam tersini
ifade edecek bir Akif portresi çıkarma basitliğine tenezzül etmemiştir.
2.
Hece’nin özel sayısındaki yazıya geçmeden
önce, rö’nün geçmişine şöyle bir baktığımızda, Mehmet Akif takıntısının (belki düşmanlık
demek daha doğru) bu yazıyla başlamadığını, çok eskilere dayandığını görürüz. Toplama
yazılardan oluşturduğu kitaplarından birinde[1] (başta yaptığı açıklamaya
göre ilk baskısı 1987 yılında yapılmış) Mehmet Akif’in, “İslâm’a Müslüman olarak
bakmayan, onu bir müsteşrikin bakışıyla idrak eden” (s. 143) birisi olarak
sunulduğunu görüyoruz. Bu bakışın tipik özeti de, Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı mısraı imiş!
İşte bu bakış, rö’nün bulanık zihinsel yapısını ortaya koyan temel çerçeveyi
oluşturuyor. Gerçekte o, Mehmet Akif’i suçladığı müsteşriklikle
(Oryantalistlik) -ne yazık ki- kendisi malul. Onu suçlamaya kalkışırken,
aslında kendini ele verdiğinin farkında değil. Bilindiği gibi buna psikanalizde
yansıtma (projeksiyon: kondurma) deniyor. Tıpkı bir çocuğun, kendi gizli suçunu
karşısındaki çocuğun işlediği bir kabahat olarak dışa vurması gibi, o da kendi
oryantalist bakış açısını bir suçluluk psikolojisiyle Akif’e yansıtıyor. Bu, oryantalist
fikirlerce güdülenmiş; basit, toptancı ve genelleyici bir bakıştır. Ülkemizde olduğu
gibi, bütün Müslüman ülkelerde ve daha geniş bir çerçevede Avrupa-dışı bütün
dünyada, Avrupa’ya maruz kalan bu tür insanlara sıkça rastlarız. Bunlar
oryantalizmin ne olduğunu bilmezler, ama onun etkisindedirler. Zaten rö de,
eğer oryantalizmin ne olduğunu bilse, ya da Mehmet Akif’i birazcık tanısa,
bunların birbiriyle asla eşleştirilemeyeceğini anlardı. Mehmet Akif ise,
oryantalizmi çok iyi biliyordu ve bütün mücadelesi de bir bakıma oryantalistlerle
ve sömürgecilerle idi. Safahat sırf
bu açıdan baştan sona tarandığında orada geçen, Avrupa kelimesi de içinde olmak üzere Garp, Salîb (ehl-i salîb), Yirminci Asır, Medeniyet gibi Avrupa’yı
ifade eden veya onu çağrıştıran kelimelerin her zaman olumsuz anlamda kullanıldığı
görülür; dolayısıyla Akif’in Batı’ya ve onun değerlerine karşı en küçük bir
hayranlık duymadığı kesindir. rö ne yazık ki, anlaşılması güç bir nedenle düşman
olarak seçtiği Akif’i, onun en karşı olduğu şeyle suçluyor.
rö’nün içine işleyen, biraz da hikâyeciliğinden gelen oryantalist
yöntemlerden biri, amacına uygun olarak seçtiği tek bir mısradan yola çıkarak
Akif için genel yargılara varan senaryolar yazmasıdır.[2] Bunun onda, çocukluktan
başlayarak bir kıskançlık ve kendini kabul ettirme veya dikkatleri üzerine
çekme davranışı olarak geliştiğini ve daha sonra da kişilik halinde
yerleştiğini söyleyebiliriz. Verdiği örneklerin hepsi de, şiirin bütünlüğünden
koparılarak anlamı dışına çıkarılmış tek mısralardan veya beyitlerden, ya da
üzerinde oynayarak kendine göre imla, noktalama ve kelimelerini değiştirdiği
mısralardan oluşmaktadır. Bu da ister istemez bir başka oryantalist basmakalıplıktan
(şablon) doğuyor: Önce yargı, sonra delil. Önyargılardan yola çıkıyor ve
bunları doğrulayacak mısralar arıyor, bulamadığında da onları kurguluyor.
Oryantalizmin bizzat kendi içinde tartışılan ahlakî sorunu da buydu. Çarpıtma,
sadece çarpıtılan tarafa değil, bizzat çarpıtana da zarar verir. Bunların
hiçbirine söyleyecek sözümüz olamaz elbette: Ama çarpıtma için seçtiği insan
niçin Mehmet Akif?
Örneği Asrın idrâkine
söyletmeliyiz İslâm’ı mısraı, rö tarafından meşhur Bektaşi fıkrasında
olduğu gibi tek başına alınıyor. En azından önündeki Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı mısraı gizlenmemiş olsa,
okuyucu anlamı daha net kavrayacak. Ama yaptığı kurguya uygun düşmediği için bunu
yapmıyor. Nitekim aşağıda göstereceğimiz gibi, bununla da yetinmeyerek Safahat’tan yapılan diğer alıntılarda da
tahrif (bir ifadenin anlamını değiştirme) ve tağyir (başkalaştırma, bozma)
yoluna gidiyor. Ayrıca rö’nün, Akif’in kullandığı bazı incelikli Türkçe
kelimeleri de anlamadığını görüyoruz. Söyletmek
fiilinin anlamını bilse, onun etrafında fırtına koparmaya kalkmaz ve sonunda
Akif’in “İslâm’ı çağa karşı konuşturmalıyız” anlamına gelen ve İslâm’ı etkinleştiren
(özneleştiren) mısraını tersine döndürerek “çağı İslâm’a karşı konuşturmalıyız”
şeklinde edilgin (nesneleşmiş, yani oryantalleştirilmiş) bir kalıba sokma yanlışlığına
saplanmaz, “İslâm’ın idrakine asrı söyletmek” (s. 145) gerektiği gibi bir
saçmalığı ağzına dahi alamazdı.
İsterseniz, onun başını ve sonunu vermekten korktuğu bu tek mısraı
bütünlüğü içinde görmeye çalışalım:
Hadi göster bakayım şimdi de İbnü’r-Rüşd’ü?
İbn-i Sînâ niye yok? Nerde Gazâlî görelim?
Hani Seyyid gibi, Râzî gibi üç beş âlim?
En büyük fâzılınız: Bunların âsârından,
Belki on şerhe bakıp, bir kuru ma’nâ çıkaran.
Yedi yüz yıllık eserlerle bu dînin hâlâ
İhtiyâcâtını kâbil mi telâfi? Aslâ.
Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı,
Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı.
Kuru da’vâ ile olmaz bu, fakat ilm ister;
Ben o kudrette adam görmüyorum, sen göster?
Görüldüğü gibi burada Akif giderek elden
çıkan, çökmek üzere olan bir imparatorluğun mensubu olarak bir medeniyet
probleminden söz ediyor: Ortada ne Batı, ne de Batı hayranlığı söz konusu.
Doğrudan kendi insanına sesleniyor. İslâm’ı anlamanın ve anlatmanın (söyletmek
kelimesi bu anlamdadır) yolunun bilgiden geçtiğini söylüyor. İbn Rüşd, İbn
Sina, Gazzali, Seyyid ve Razi gibi üç beş âlim bile çıkaramayan toplumdaki
çoraklaşmaya karşı insanımızı uyarıyor. İslâm’ın bütün zamanlar için gelmiş bir
din olduğunu bildikleri halde, her şeyi geçmişte bırakarak yaşadıkları zamanda
üzerlerine düşeni yapmayan, yedi yüz yıl öncesiyle övünmekle yetinenleri
kınıyor ve biriken tecrübeleri değerlendirerek çalışmalarını istiyor, bugünün
âlimlerini çıkaracak bir kararlılık ve gayret bekliyor onlardan. rö’nün asla
akıl erdiremeyeceği şekilde, Batı’yı içimize taşımak değil, İslâm’ı ona
götürecek bir dinamizm istiyor. Bir tebliğ dini olan İslâm’ı onlara gereği gibi
tanıtmak anlamındaki Asrın idrâkine
söyletmeliyiz İslâm’ı söyleyişinde, ilmin sultasına boyun eğiş varmış rö’ye
göre. Akif’ten “sakın ilim falan öğrenmeyin, yedi yüz yıl önce yetişenler bize
yeter” demesini bekliyor olmalı. Bu sığ kavrayışa göre ilimden söz etmek,
“ilmin sultasına boyun eğmek” demekmiş. Çünkü oryantalizm bütün gücünü
kullanarak “ilim” dendiğinde akla sadece “Batı”nın gelmesini sağlayacak bir
zihin çarpıtması sağladı. İslâm dünyasını bilgiden uzak cehalet yurdu olarak
kurguladı. Bir bakıma İslâm’ın kendinden önceki dönemleri “cahiliye” olarak
niteleyip kendisini “bilgi” olarak ortaya koymasının rövanşıydı bu.
Bütün bunlara rağmen yine de bu yazının amacı, Akif’in İslâm’a
Müslümanca bakmadığını iddia edecek derecede yüzeysel bir düşünceye cevap
vermek değil. Kuşkusuz, herkesin istediğini söyleme, istediği kadar anlamama ve
alabildiğine saçmalama özgürlükleri var.
Ama hiç kimse tahrif, tağyir ve iftira özgürlüğüne sahip değildir.
3.
Sözünü ettiğimiz, 2008’de Hece dergisinin
çıkardığı Mehmet Akif özel sayısında yayınlanan rö yazısı, nedeni kendinde
saklı bir kin ve düşmanlığın dışa vurumundan ibaret. Gerektiğinde kendisine
rağmen yine kendi kendisini bile yok etmenin ilginç bir örneği. Seçilen düşmanı
yok etmek için her türlü yolu meşru gören Makyavelist anlayışa yenik düşmeyi
göze alan ilginç ve hastalıklı bir ruh tatmini. Bu bakımdan sorunu tam bir
“vak’a” olarak değerlendirmek asla abartı sayılmamalıdır.
Bu yazısına rö, Akif’i kafası karışık olmakla suçlayarak başlıyor.
Hızını alamayan rö, bu arada bir çırpıda İkinci Mahmud, Reşit Paşa, Sultan
Abdülmecid, İkinci Abdülhamid, Namık Kemal, Şinasi, Ziya Paşa gibi aklına gelen
herkesi, sıraya dizerek hepsini kafası karışıklar kervanına katıyor. Sanıyorum
böylece, asıl kafası karışık olanın kim olduğu görülüyor (yine yansıtma
yöntemi). Böyle bir zincirleme kafası karışıklar efekti yaratıldıktan sonra,
(hani kendisi hikâyecidir ya) bir de kendince Batıcılık efekti oluşturularak
sahne tamamlanıyor. Hiçbir delile dayanmadan aynen şöyle diyor:
“Safahat neredeyse baştan sona
Batı’ya karşı perestişkâr bir tavır, kendi ülkesine ve Müslümanlara karşı da
müstekreh tablolar çizer”.
Böylesine desteksiz bir iddia, -eğer özel Akif düşmanlığından
kaynaklandığını bilmiyor olsak-, bize yazarının Safahat denen kitabı değil okumak, uzaktan bile görmediğini
düşündürtür. Düşmanlığın kör ettiği bir bakış, demek ki cehalet örneği olarak ortaya
çıkıyor. Gerçekte bu ikisinin (düşmanlıkla cehalet) karışımından oluşan kasıtlı
önyargıları desteklemek için verilen örneklere bakalım şimdi:
a) İlk örnek, tahrife dayalıdır. Batıcıların iddialarına karşı Akif’in ileri
sürdüğü, eğer Batı’nın ilim ve sanatını almak gerekiyorsa, bunu olduğu gibi
almanın yanlış olduğunu, alma fiilinin birtakım şartlarının bulunduğunu ifade
ettiği Safahat’ın ikinci kitabı olan Süleymaniye Kürsüsünde yer alan
beyitlerini, tam da bunun şartını açıkladığı yerden itibaren kesiyor ve böylece
kayıtsız şartsız Batı’nın ilim ve sanatını almak gerekir gibi bir etki yaratmak
istiyor:
Alınız ilmini Garb’ın, alınız san’atini;
Veriniz hem de mesâinize son sür’atini.
Çünkü kâbil değil artık yaşamak bunlarsız;
Çünkü milliyyeti yok san’atın, ilmin; yalnız,
Çok açık ve net (şiirin bütünlüğü okunduğu takdirde bu daha açık olarak
görülecektir) bir şekilde bu iki beyitin son kelimesine kadarki kısım yine
Batıcıların görüşüdür. Akif’in kendi görüşleri ise “yalnız” kelimesinden sonra geliyor. Fakat
rö’nün yazısında şiirin bu kısmı yok. Çünkü bundan sonra söylenenler rö’nün
amacına hizmet etmiyor ve onun tam zıddını ifade ediyor. İstediği şey, onun
Batıcı ve taklitçi olduğunu göstermek çünkü. Yazıda verilmeyen, fakat aynı
zamanda Mehmet Akif’in gerçek bir düşünür özelliğini ortaya koyan şiir şöyle
devam ediyor:
İyi hâtırda tutun ettiğim ihtârı demin:
Bütün edvâr-ı terakkîyi yarıp geçmek için,
Kendi “mâhiyyet-i rûhiyye”niz olsun kılavuz.
Çünkü beyhûdedir ümmîd-i selâmet onsuz.
Özellikle yukardaki “mâhiyyet-i rûhiyye” kavramını
akılda tutarak, “demin”, yani biraz önce yaptığı ihtara da bir bakalım.
Bunlardan önceki beyitler bize, rö’nün söylediği gibi Batı perestişkârlığını
veya Müslüman tiksintisini değil, o zamanın mütefekkir geçinen Batı
hayranlarına verilen felsefî bir cevabı gösteriyor ve kültürler arasındaki
alışverişte dikkat edilmesi gerekli temel ilkeye dikkat çekiyor:
Mütefekkirleriniz anlamıyorlar sanırım,
Ki çemenzâr-ı terakkîde atılmış her adım,
Değişir büsbütün, akvâma, cemâ’âte göre;
Başka bir kavmin izinden yürümek, çok kere,
Âdetâ mühlik olur; sonra ne var, her millet,
Gözetir seyr-i tekâmülde birer ayrı cihet.
Bir de hatırlamıyorlar ki, umûmen beşerin,
Dâimâ koştuğu son maksada yükselmek için;
Tutacak silsile akvâma değildir hep bir;
Belki her millet için ancak o “mâhiyyet”tir,
Ki kopar kendisinin rûh-i umûmîsinden.
Mehmet Akif’in taklit konusundaki düşüncelerini herkes bilir. O,
taklitçiliği ölümcül bir hastalık olarak görür. Burada da her milletin kendine
has özelliğinin bulunduğunu, ancak bunu ortaya koyarak varlığını devam
ettirdiğini, aksi takdirde yok olup gideceğini belirtiyor. İşte mâhiyyet-i rûhiyye (veya kısaca “mâhiyyet”) kavramı, bir milleti
belirleyen ve o milletin rûh-i umûmîsinden
kopup gelen manevî nitelikler’idir.
Dolayısıyla eğer dışarıdan alınması zorunlu birtakım değerler varsa, bunların
rastgele değil ancak ve ancak bu nitelikler kılavuzluğunda alınmaları gerekir. Bu düşüncenin farklı boyutlarını da
yine Safahat içinde serpiştirilmiş
halde bulmak mümkün. Bütünlüğü içindeki bu anlamı, ustalıkla cımbızlanmış iki
beyitle anlamsızlaştırmak nasıl bir ruh halidir?
b) rö’nün verdiği diğer örnek, sözünü ettiğimiz “vak’a”nın tam bir krize
dönüştüğünü gösterir. Sözü bu örneğe getirirken harcadığı anlamsız gayreti
atlayarak sonuç cümlesini ve örneğini verelim sadece:
Akif’in zihniyeti işte bu pozitivist
zihniyettir. Buna benzer başka şeyler de söylüyor. Mesela şöyle bir mısra var
yine Safahat’ta:
Bu cehalet yürümez asra bakın, asra uyun
Akif pozitivistmiş. Kanıt olarak da bu
mısra gösteriliyor. Evet, Safahat’ta
buna benzer bir mısra var; çok benziyor, hatta dikkat edilmezse insanı Akif’in
böyle bir şey söylediği şekilde aptalca bir yanılgıya düşülebilir. Rö’nün amacı
da zaten bu olduğu için, tağyir ve tahrif yeteneğini kullanarak, adeta
okuyucuyu bir illüzyona düşürüyor. Fakat bunun ne anlam ve ne de lâfız olarak Akif’in
asıl mısraıyla ilişkisi yok. Bir kere anlam olarak Batı’yla, Batıcılıkla, ya da
pozitivistlikle uzaktan veya yakından ilgisi yoktur. İkinci olarak Köse İmam şiirinde geçen ve rö’nün
amacına uygun hale getirmek için tahrif edip bambaşka bir kılığa soktuğu
mısraın doğrusu şöyledir:
Bu cehalet yürümez; asra bakın: Asr-ı ulûm!
Bütün noktalama işaretleriyle birlikte Akif’in imlâsı böyle. Şiirde
kelime değiştirmek kadar, noktalamalarla oynamanın da anlamı tamamen bozduğunu
biliriz. Yani noktalı virgülü kaldırmak, üst üste konulmuş iki noktayı atarak
yerine virgül koymak, tamlamayı bozup ünlem işaretini kaldırarak bilgi çağı demek olan asr-ı ulûm’u Avrupa’ya uyun anlamına gelen
asra uyun şeklinde ahım şahım bir emir kipi haline sokmak gibi tahriflerle,
bir insanın pozitivist yapılabileceğini
sanmak sadece safdilliktir… Ne yazık ki bütün bunlar yapılarak, mısra üzerinde
enikonu oynanıp amaca uygun bir satır üretiliyor: Bu cehalet yürümez asra bakın, asra uyun. İbaredeki bu tahrif ve
tağyir, rö’nün Akif’in kişiliği üzerinde nasıl oynamaya çalıştığını gösteriyor.
Yedi kelimelik bir mısrada tam sekiz değişiklik yapmak, sonra da buradan
pozitivist bir Akif üretmek hangi vicdana, hangi düşünce namusuna ve ahlâka
sığdırılabilir acaba? Yine, dikkat edilirse, gerçek metnin anlamında Batı’ya
uymak türünden bir şey yok. Evini geçindirmekten aciz, hanımı ve çocukları
perişan bir haldeyken ikinci bir evlilik yapmaya kalkışan bir densize,
yaptığının büyük bir yanlış olduğu söylenince, bir de kendi kendine dinden
fetva vermeye kalkışmasından dolayı söylenmiş bir sözdür bu. Mısraı bu kapsamdan
söküp alarak Mehmet Akif’i, apayrı bir din temelinde sistemleştirilmiş olan
“pozitivist”liğe bağlamak, ona yapılan en ağır ithamdır; Akif’e dinsizlik
suçlamasıdır. Zaten yazımızın başında verdiğimiz 1987’deki cümlesinde de rö,
onu “İslâm’a Müslüman olarak bakmayan” birisi olarak nitelemek suretiyle Müslümanlığına
dil uzatmıştı.
c) Şimdi daha da vahim olana, “vak’a”nın krizden de çıkarak salyalı bir
cinnete ve yüz kızartıcı bir iftiraya, pes dedirtecek bir noktaya gelişine
tanık olacağız. İşin vahametini ve nerelere kadar vardırıldığını anlamak için,
önce rö’nün söylediklerini olduğu gibi verelim:
Yine:
Bakarak hangi zeminde yürümüş Avrupalı,
Aynı izden sağa yahut sola hiç sapmamalı.
Avrupalı diyor hangi izden yürümüşse,
nereden yürümüşse biz de o izi takip etmeliyiz…
İçtimaî, edebî, hâsılı her mes’elede
Garb’ı taklîd edemezsek ne desek beyhûde.
Burada taklit kelimesini açıkça kullanmış.
Din konusunda ise şöyle diyor:
Bir de din kaydını kaldırmalı zira o belâ
Bütün esbâb-ı terakkîmize engel hâlâ.
Ona göre Mehmet Akif, Avrupa’nın izinden
gitmeyi ve onu taklit etmediğimiz takdirde yaptığımız her şeyin boşa gideceğini
söyleyen birisi. Hele din konusunda söylediğine bir bakın: Onu bir belâ ve
bütün ilerlemelerimizin önünde engel olarak görüyormuş! Dolayısıyla da din
bağından kurtulmamızı istiyormuş!.. Bu nasıl bir anlayış eksikliği veya seçilen
düşmana nasıl bir kindir? Meğer bir din düşmanı imiş de, bugüne kadar dini
bütün birisi olarak bildiğimiz Mehmet Akif konusunda hepimiz yanılmışız; hâlâ
da hepimiz bu yanlışımızda devam ediyormuşuz da sağ olsun rö diye bir
“Muhammedî insan ve yazar” çıkmış, bu “cümle mühendisi; yazılarına pusula koyarsanız
hep kıbleyi” gösteren bu “Dede Efendi’de oturur; post-nişîn”[3] bizi yanlışlarımızdan
kurtarmış… Ne kadar ilginç bir algı bozukluğudur bu? Hiçbir açıklaması olamayacak
bu sığlığın ne pahasına sağlandığını görmek için şiirin Safahat’ta (Süleymaniye Kürsüsünde) yer alış şeklini görelim:
Mütefekkir geçinenler ne diyor sizde
bakın:
"Medeniyyette teâlîsi umûmen Şark´ın,
Yalınız bir yolu ta´kîb ederek kabildir;
Başka yollarda selâmet gözeten gâfildir.
Bakarak hangi zeminden yürümüş Avrupalı.
Aynı izden sağa, yâhut sola hiç sapmamalı
Garb´ın efkârını mâl etmeli Şark´ın beyni;
Duygular çıkmalı hep aynı kalıptan; yâni:
İçtimâî, edebî, hâsılı her mes’elede,
Garb´ı taklîd edemezsek, ne desek beyhûde.
Bir de din kaydını kaldırmalı, zîrâ, o
belâ,
Bütün esbâb-ı terakkîmize engel
hâlâ!"
Görüldüğü gibi Mehmet Akif, yine aydın geçinen Batıcıların fikirlerini
ortaya koyuyor. Söze açıkça “Mütefekkir geçinenler ne diyor sizde bakın” diye
başlıyor ve sonra da onların sözlerini tırnak içinde, yani kuşkuya, yanlış
anlamaya gerek kalmayacak şekilde açıkça veriyor. Peki, acaba hangi akıl,
Akif’in Batıcıları eleştirmek için, onların görüşleri olarak verdiği bu sözleri
kendisine yamamaya kalkar? Kaldı ki Akif, zamanının bu düşüncede olan ve aydın
geçinen kişilerini sadece burada değil, Safahat’ın
başka yerlerinde de şiddetle eleştirmiştir. Örneği, Hakkın Sesleri’ndeki şu dizeler de aynı düşünceleri dile getirir:
Hele i’lân-ı zamanında şu mel’un harbin,
“Bize efkâr-ı umûmiyyesi lâzım Garb’in;
O da Allah’ı bırakmakla olur” herzesini,
Halka îman gibi telkîn ile, dînin sesini
Susturan aptalın idrâkine bol bol tükürün!..
Yine Hakkın Sesleri’ndeki şu
beyitler de Akif’in aynı görüşlerini yansıtıyor:
Bir de halkın dîni var, sık sık ta’arruzlar gören.
Hâle bak: millette hissiyyâtı oymuş öldüren!
Dîni kurban etmeliymiş, mülkü kurtarmak için!..
Tut da, hey sersem, bu idrâkinle sen âlim geçin!
Sanırım böylece “Rasim Bey’in
yazıları donanımlı ve dikkatli bir okur ister. Ülkemizde bu nitelikli okur
sayısı henüz çok az”[4] diyen bir akademisyenin sarfettiği
zırva sözlerin ne kadar “akademik” olduğu da ayan beyan görülüyor. Bir bilim
adamı olarak bunu söyleyen bir insanın, rö’yü okuduğunu söyleyebilir, ya da
söylense bile buna inanabilir miyiz? Onu okumadan öven o kadar çok “mütefekkir
geçinenler” var ki, bunları görünce ister istemez: “Yapmayacağınız şeyleri
niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir
nefretle karşılanır” (Saf: 2-3) ilâhî buyruğunu hatırlıyoruz. Ve onlara patlak
bir balonu şişirmeye çalışmanın beyhudeliğini hatırlatıyoruz…
4.
Bu yazıyı rö’ye cevap için yazmadım. Buna
değmez. Sadece bir “vak’a”yı teşhir etmek istedim, o kadar. İstiklal Marşı’nın
kabulünün 90. yılı dolayısıyla ilân edilen Mehmet Akif Yılı’nda, onun için
yazılmış yersiz ve yakışıksız bir yazının sessiz geçiştirilmesinden hicap
duyduğum, haksızlık karşısında susarak “dilsiz şeytan” durumuna düşmek
istemediğim için yazdım. Dileğim, yaşarken hep hüzünle yaşamış, hep İslâm
hassasiyeti taşımış bir insanın hiç olmazsa yattığı yerde rahat uyumasıdır. Ona,
pozitivist (bu kelimenin anlamı ve bir mü’mine itham olarak yamanmasının ne
anlama geldiği kesinlikle bilinmeden), İttihatçı vs. olduğu ve “neticede Jön
Türk zihniyetiyle beslendiği” gibi daha birçok ağır suçlamalar yapılarak şiddet
uygulayanları da insafa, vicdan ve adalete davet ediyorum.
Böylesine bir Akif düşmanlığı rö’de sürüp
giderken, bazıları da bununla yetinmeyerek ona daha aşırı şeyler söyletmek için,
çanak tutucu söyleşilerle aynı iftiraları tekrarlatıyorlar. Nitekim bu özel
sayıdaki iftiralarından yaklaşık birbuçuk yıl sonra Özgün İrade dergisinde Ümit Aktaş ve Abdülaziz Tantik’in rö ile yaptıkları
bol “abi soslu” bir söyleşide rö, Akif’in ırkçı olduğunu ileri sürerek
“İttihatçılar İslam referansı yerine ırkçı bir referansı getirme çabasına
girdiler. Akif o çabanın içinde yer alan birisidir” diyor. Bu cehalet örneği
görüşe Abdülaziz Tantik hemen çanak uzatıyor: “Irk kavramını millet yerine
kullandığını söylüyorlar…” Tabii ki rö, bunun üzerine hiçbir bilgiye dayanmayan
tamamen uydurma görüşleri birbiri peşine sıralıyor. Bunları burada tekrarlamanın,
söyleyeninin cehaletini haykırması dışında, hiç kimseye bir faydası yok. Fakat
bu konuşmadan aktaracağımız şu cümleler, onun Mehmet Akif’le hiçbir bağının
olmadığını göstermesi bakımından önemlidir: “Kişisel özellikleri, meziyeti
dolayısıyla Mehmet Akif Ersoy’un siyasî görüşleri kabul görüyor. Halbuki Mehmet
Akif Ersoy’un görüşleri Türkiye’de Müslümanların gelişmesinin önünü tıkayan
görüşlerdir”.
İşte sözün tam burasında sormamız gereken bir şey var: Yukarıda sözünü
ettiğimiz iki yazı ve bir konuşmadan çok sonra, bu yılın Ocak ayında Hece
dergisi bir Rasim Özdenören özel sayısı çıkardı. Buradaki yazılardan
birkaçında, âdeta söz birliği edilmiş gibi onun Mehmet Akif, Necip Fazıl ve
Sezai Karakoç çizgisinde yer alan birisi olduğundan söz ediliyor. Üstelik bunu
söyleyenler içinde yine akademisyenler bulunuyor. Demek ki bunlar da rö
hakkında, onu okumadan methiyeler dizen, ya da patlak bir balonu şişirmeye
çalışanlar zinciri içinde yer alıyorlar. Şimdi sorumuzu soralım: Mehmet Akif’le
yukardan beri anlattığımız şekilde problemi olan bir insan, nasıl olur da
Mehmet Akif, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç çizgisinde sayılabilir? İkinci
sorumuz da rö’ye: Madem Mehmet Akif’e bu kadar karşısın ve onun görüşleri
Türkiye’de İslâm’ın önünü tıkayan görüşler, öyleyse seni onun çizgisinde
gösterenlere “hayır, yanılıyorsunuz” deme erdemini niçin gösteremiyorsun?
[1] Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı, İz
Yayıncılık.
[2] Bizzat
kendisinin “Gazete yazısı olarak yazdığım bazı yazıların sonradan öykü olduğunu
fark ediyorum. Onlara öykü olarak başlamamışım, ama öykü olarak çıkmış” diye
ortaya koyduğu bu tipik sendrom için bkz. Yeni
Şafak, 10 Şubat 2008.
[3] Tırnak içinde
verdiğimiz ibareler, Arif Ay’a ait rö
methiyesinden alınmıştır. (Zaman Gazetesi,
13 Haziran 2011)
[4] Turan
Karataş’ın rö methiyesinden. (Zaman
Gazetesi, 13 Haziran 2011)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder