Postmodern kapitalizm, özel alanlarımızı, zamanlarımızı, inançlarımızı, duygu, düşünce ve davranışlarımızı da piyasa mekanizması içine çekmiştir. Bu alanlara sadece bir ideolojik saldırı yapmıyor veya baskı uygulamıyor; alınır-satılır hâle de getiriyor, metalaştırıyor.
İçinde yaşadığımız ‘imaj çağı’nı, ‘yalanla gerçeği kovmak’
yerine, onu ele geçirip ‘metalaştırarak piyasaya sürmek’ olarak tanımlamak
yanlış olmaz. Evet, yeryüzünün tüm köşeleri bir ‘yalan bombardımanı’na maruz kaldı.
Ne var ki ‘imaj çağı’nı, sadece bir ‘yalan bombardımanı’ olarak tanımlamak da
yeterli değil. Bu durumun küresel bir ekonomi politiği var.
Postmodern kapitalizm, özel alanlarımızı, zamanlarımızı,
inançlarımızı, duygu, düşünce ve davranışlarımızı da piyasa mekanizması içine
çekmiştir. Bu alanlara sadece bir ideolojik saldırı yapmıyor veya baskı
uygulamıyor; alınır-satılır hâle de getiriyor, metalaştırıyor. Bilgi çağında
yaşadığımız söyleniyor. Ger- çekten ortalık bilgi dolu; her bilgi, insanın
elinin altında. Bilginin ortada durmasına rağmen, filtreler giderek ortadan
kalkıyor. Bilgi, ortada dağınık ve elle tutulamaz hâlde dolaşıyor bu yüzden. Bu
noktada şablonlar çağı başlıyor.
Bilgi çağında yaşadığımızı söyleyenler, Batı’nın
kavramlarıyla söyleyecek olsak bile, hakikat çağında yaşadığımızı ileri
süremezler. Evet, henüz hakikate ilişkin bilginin temel alındığı bir çağda
yaşamıyoruz derler hemen. İletişim ve bilişim alanındaki atılımlarla bilgi
çağında yaşıyoruz belki ama hakikat çağında yaşamıyoruz. Dahası ve çarpıcı
olanı, bilgi ve bilim ile hakikat arasında bir ters orantı oluştu.
Postmodernizmin büyük bir becerisidir bu.
Akli bilgi (burada bilimsel bilgi diyelim) algısal bilgiye
dayanır ve algısal bilgi, akli bilgiyle birlikte hakikate doğru gelişir; yani
bilgi ve bilim ile hakikat arasında bir doğru orantı vardır. Ama doğru orantı
olması, algısal bilginin belli bir düzeye geldiği zaman akli (bilimsel) bilgiye
dönüşmesi ve o akli bilginin de hakikate götürülerek geçerli hâle geldiği
anlamına gelmez. Bu kadar basit olsaydı, hem bilimsel yönteme, analize, teoriye
veya filtreye gerek kalmazdı, hem de vahiyle bildirilen hakikate başvurmak
gerekmezdi. Bilgilerin bilime dönüşebilmesi için nasıl filtrelere ihtiyaç
varsa, aynı şekilde son çö- zümlemede kuramlardan oluşan bilimin de hakikat
olabilmesi için filtrelere ihtiyaç var.
Postmodernizmin en büyük düşmanı olan bu iki filtre
mekanizması (hakikate götürme, yöntem, değerlendirme) zayıfladığı zaman, ortada
bilim diye bir şey kalmaz. Bir bilgi yığınıyla, bilgi bombardımanıyla karşı
karşıya kalırız; ama işte o kadar. Algısal bilgide boğuluruz, imajlar
gerçekliği başlar ve şablonlar gerçekliğin yerini alır.
Önce bilgi ile bilim arasındaki ilişkide, sonra da bilimle
hakikat arasındaki ilişkide yaşanan iki kırılmadır bu durum. Ayrıca bu
anlatılanlar, postmodernizmin bilim ve hakikat düşmanlığını vurgular. Aynı
şeyi, teknoloji ile bilim arasındaki ilişkinin günümüzde aldığı biçimi
tartışırken, hakikatten kopuk ve uzak bilimin öncü rolünü kaybettiğini, atın
arabanın arkasına koşulduğunu söylerken de vurgulamış oluyoruz. Ama bu yeterli
açıklıkta değil. Bu çözümleme, bilgi, bilim ve hakikat arasında neden bir ters
orantı oluştuğunu, neden bir şablonlar çağının başladığını yeterince
açıklamıyor. İki kırılma Sanırım günümüzü anlamak için biraz daha derinleşmek,
sadece bilgi, bilim ve hakikat arasındaki ilişkinin çarpıtılmış olmasının
tespitiyle yetinmemek, hakikati yeniden keşfetmek ve bizzat günümüzde oluşmuş
‘bilgi’ ve ‘bilim’ kavramlarını sorgulamak gerekiyor. Karmaşık bir konu, bu
nedenle örneklerle ilerleyelim.
Bir insanın bilgisine nasıl ulaşabilirsiniz? Onunla olan
ortak tecrübenizden, davranış- larından, çeşitli durumlarda aldığı tutumlardan,
söylediklerinden, yazdıklarından, fiziksel görünümünden, geçmişine dair
anlattıklarından, daha önce onunla pratikler yaşamış kişilerin
anlattıklarından; kısacası, ondan size ulaşan algısal bilgilerden. Bütün
bunlara bakar, durumu hakikate götürür ve bir yargıya varırsınız: İyi, kötü,
güzel, çirkin, uyumlu, uyumsuz, güvenilir, güvenilmez, sağlam karakterli,
karaktersiz, âlim, arif, cahil vs…
Bu yargıların ışığında onunla bir ilişki geliştirirsiniz;
yakınlaşırsınız, uzaklaşırsınız, dost olursunuz, düşman olursunuz, seversiniz,
nefret edersiniz. Kısacası, ondan gelen bilgilerin ışığında, deyim yerindeyse
onun bilimine varırsınız. (Büyük olasılıkla yanıldığınızı varsayalım.) Artık ek
bir çaba sarf etmeniz, bir imaj analizi yapmanız gerekir. O kişi ne kadar kendisidir,
ne kadar rol yapmıştır. Ne kadar gerçek, ne kadar imaj? Demek ki, bir ‘bilgi
işler’ olarak çalışan klasik filtrelerimiz yeterli değildir artık.
Filtrelerimiz birer ‘bilgi süzer’, daha doğrusu ‘imaj süzer’ olarak da
çalışmalıdır. Bu noktada bilgiyi sorgulamaya ve ayrıştırmaya başlıyoruz.
SANAL BİLGİ
Diyelim ki televizyonu açtınız, uçaklar bomba yağdırıyor...
Bir şehir görüntüsü var ekranda, kaçışan insanlar var, patlamalar, yangınlar,
yıkıntılar. Yine bir savaş filmi diye düşünüyorsunuz. Film olmayabilir; Körfez
Savaşı’nı ya da Mısır’daki katliamı seyrediyor olabilirsiniz.
Odanızda bilgisayar başındasınız, bir oyun oynuyorsunuz.
Teknoloji harikası bir savaş uçağının pilotusunuz, Bağdat’a bomba yağ-
dırıyorsunuz, ekranda belirlenen hedeflere odaklanıyorsunuz ve basıyorsunuz
tuşlara.
Peki, gerçekten Irak’ı bombalayan da hemen hemen aynı şeyi
yapmıyor muydu? Hangisi gerçek pilot, hangisi sanal? Odanızda, bilgisayar
başında mısınız; yoksa Bağdat’ın üzerinde uçan bir uçakta mı? Bu bir oyun mu,
yoksa gerçek mi? Gerçek pilot bu konuda ne düşünüyor?
Bütün bunlar bilimsel teknolojik devrimin yaşamımızdaki
yansımaları; daha doğrusu yanılsamaları. İmaj, şablon, ambalaj ne dersek
diyelim, öteden beri vardı. Ama artık bu kavramlar çağımıza damgasını
vurmuştur.
Yeni bir bilgi türü kaplamıştır ortalığı; imaj/ sanal bilgi.
Algıladığımız bilginin hangisinin gerçek, hangisinin sanal olduğunu süzebilmek,
çağımızın en büyük sorunlarından biri olmuştur.
HER ŞEYİN METALAŞMASI
Aslında ‘imaj=yalan’ değil. Çözmeye çalıştığımız problem,
sadece doğrular ile yalanları, gerçekler ile imajları birbirinden ayırmak
değil. Maruz kaldığımız saldırıyı bir “yalan bombardımanı” olarak nitelemek
yeterli değil. Öyle olsaydı nispeten kolaydı işimiz; ustalıkla kullandığımız
bir filtre yeterli olabilirdi. Ama imaj da bir gerçeklik, gerçekliğin bir
parçası artık.
Yaşam bir tiyatro sahnesi değil, insanlar da rol yapmıyor,
binbir türlü imajımızla birlikte yaşıyoruz. İmajlarımız giderek gerçekliğimize
dönüşüyor; sanallıkları içselleştirmeye başlıyoruz. Bir maskeli baloda dans
ediyor olsaydık, gün gelir çıkarırdık maskeleri ve kavuşurduk gerçeklere. Ama
artık süreç derinleşmiş, maskeler suratlara dönüşmüştür.
Postmodern kapitalizm bunu nasıl becerdi? Baskı
mekanizmaları, yalan bombardımanı, ideolojik hegemonya, kültür emperyalizmi
gibi dışsal etkilere ait kavramlar bu durumu çözümlemek için yeterli değil.
Bu durumun bir ekonomi politiği var. Küresel kapitalizm,
kendimize ait olan, özel olan alanlarımızı, zamanlarımızı, mekânlarımızı ve
davranışlarımızı da piyasa mekanizması içine çekmiştir. Bu alanlara sadece bir
ideolojik saldırı yapmıyor veya baskı uygulamıyor; alınır satılır hâle
getiriyor, metalaştırıyor.
Duygularımız, davranışlarımız, özel ve farklı olan
niteliklerimiz, iletişimimiz, güzelliğimiz (yeri geldiğinde çirkinliğimiz),
acılarımız, coşkularımız, ancak çok özel insanlara (dostumuza, eşimize,
çocuğumuza) gönüllü olarak verdiğimiz emeğimiz vb. kâr ve rekabet
mekanizmasının muhatabı hâline gelmiştir. Artık sadece kol veya kafa emeğimizi
değil, bütün bunları da piyasada satıyoruz, bir değer oluşturuyoruz.
Öte yandan, mesai dışı saatlerimiz, kendimize ve
yakınlarımıza ayırdığımız zamanımız, boş zamanımız, belki de dünyanın en büyük
endüstrilerinin birer parçası hâline gelmiş durumda. Mesaimizi bitirip eve
geliyoruz, televizyonu açıyoruz, bir futbol maçını (veya bir diziyi, filmi,
yarışma programını) seyretmeye başlıyoruz. Aynı anda milyonlarca insan aynı
şeyi yapıyor, aynı şekilde eğleniyor, vakit geçiriyor; muazzam bir pazar.
Kapitalizm her zaman, içine girdiği krizlere, yeni sömürü alanları bularak
yanıt vermeye çalışır. Son on beş-yirmi yıl içinde iki yeni alan bulundu.
Birincisi daha klasik; İslam coğrafyası, yeniden kapitalist
ilişkilerin içine çekildi ve bu süreç derinleşerek devam ediyor. İkincisi ise
yeni bir buluş: Duygular ve davranışlar dünyası ile özel zamanların piyasaya
çekilmesi. Kısacası insanın gerçek anlamda kendini inşa ettiği alanın,
‘karşılıksız emek’ alanının metalaştırılması.
İletişim ve bilişim araçları, bu metalaştırma işleminin
araçlarıdır. Kapitalizm koşullarındaki iletişim-bilişim devrimi budur.
BİLGİNİN EKONOMİ
POLİTİĞİ
Yazımızın başından beri vurguladığımız imaj toplumu ve
sanallaşma bu sürecin bir sonucu. Verdiğimiz örnekler, bu yeni üretim alanının
ortaya çıkardığı toplumsal ilişkilerin ürünleri. Daha doğrusu, karşılıksız
emeğin piyasaya düşüşünün getirdiği yeni tür bir yabancılaşmanın belirtileri.
Yaşadığımız süreç, bilginin çoğalması, hatta en özel
bilgilerin bile kamulaşması, ulaşılabilir olması. Ama o bilgi kırılmış bir
bilgi; imaj bilgi. Bu bilgiye dayanılarak varılacak sonuç (örneğin yapılacak
olan bilim) ne kadar geçerli olabilir ki? Ürününü pazarlamak için size
gülümseyen tezgâhtarın, sizi çok beğendiğini sanmanız gibi bir şey. Beğenmese,
niye gülümsesin ki? Oysa o gülümseme bir metadır artık; satılıyor ve
karşılığında ücret alınıyor.
Algısal bilgi ile akli bilgi arasına kapitalizmin prizması
(TV ekranı, internet ağları vb.) girmiştir. Filtrelerin ortadan kaybolmasının
nedeni bu. Bu prizma aynı zamanda bir çark; aç bir çark. Mümkün olduğu kadar
fazla bilgiyi (veriyi) çekiyor, kâra dönüştürüyor. Bilgi bize prizmada
kırılarak (çarkta metalaş- tırılarak) ulaşıyor.
Bilgi çağının şablonlar çağına dönüşümü böyle bir
mekanizmanın sonucu sanırım. Bu mekanizmanın ekonomi politiği, yarattığı
yabancılaşma ve en önemlisi bu yeni alanın insanının neler yapması, nasıl karşı
çıkışlar geliştirmesi gerektiği, bütün boyutlarıyla incelenmeye değer.
Diyanet, Aylık Dergi, Eylül 2013, Sayı: 273, Sh. 17 -20.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder