Bizi hep büyülü, ulaşılması imkansız bir
Avrupa aldatmacası ile yetiştirdiler. Gerçek Avrupa ise bambaşka.
AVRUPA BİR KITA MI?
Tıpkı “Doğu” ve “Batı” gibi Avrupa da,
aslında gerçekliği olmayan, burada oturanların kendilerini dünyanın geri kalan
kısmından ayırmak için icat ettikleri ve ayrıcalıklı bir statü kazandırdıkları
yapay bir kıtadır. Çoğu zaman alışkanlıklarımız bizi, bugün öyle görünen birçok
şeyin sanki yaratılıştan beri öyleymiş gibi olduğuna inanmaya götürür. Roberts,
düşüncelerimizin kesin gözüyle bakılan şeyler tarafından belirlendiğini, oysa
gerçeğin daha farklı olduğunu söyler. Sonradan oluşturduğumuz düşünce
alışkanlıkları dolayısıyla günümüzdeki kıta belirlemelerinin de ezelden beri
öyle olduğunu kabul ederiz. Gerçek ise farklıdır: “(Yirminci) yüzyıl başında
Asya’da yaşayan milyonlarca insanın Avrupa’dan gelmiş olanlar dışında pek azı
yaşadıkları kıtayı ‘Asya’ olarak düşünüyordu. ‘Asya’ sözcüğüne tekabül eden bir
varlık olduğu düşüncesi Avrupa’ya aitti ve bu düşünceyi benimseyen Asyalı
sayısı azdı; henüz, çoğunun anlayabileceği bir düşünce olmamıştı. Japonlar,
‘Asya Asyalılarındır’ sloganını daha 1890’lı yıllarda yaratmışlardı; ‘Asya’
içinde bu sözcük, Avrupa’dan pek çok şeyle birlikte coğrafi adlandırmaları da
almış olan Japonya dışında neredeyse hiç bilinmiyordu... Beyazlar hariç,
Afrika’da doğmuş kişilerin çoğunun ‘Afrika’ denen bir varlıktan haberdar
olmaları da pek muhtemel değildi; kıtaya bu adı ilk olarak Avrupalılar vermişti
(ve dolayısıyla, ‘Afrikalı’ sınıflandırmasını da onlar yaratmıştı). Avrupalılar
ve Kuzey Amerikalılar ise çoğunlukla, yaşadıkları kıtalardan çok daha
haberdardılar*. Ne de olsa bu kıtalara adlarını onlar vermişti”[1].
Tanınmış Oryantalist Bernard Lewis, bu
durumu Batı’nın önemli bir ayrıcalığı ve üstünlüğü olarak heyecanla anlatır:
“Avrupa, coğrafyada adı geçen tüm diğer kıtalar gibi Avrupa’nın icat ettiği bir
kavramdır; zaten Avrupa bu coğrafi sistemde ilk ortaya çıkan kıtadır. Avrupa,
Avrupa’yı tasarlamış ve yaratmıştır: Avrupa Amerika’yı keşfetmiş, ona adını
vermiş ve bazı açılardan onu yaratmıştır. Yüzyıllar önce Avrupa hem Asya’yı hem
de Afrika’yı keşfetmiştir”. Bu sözlerin ardından, Asya ile Afrika hakkında
müthiş bir Oryantalist aşağılaması ve bu iki kıtayı toptan yok sayıcı yukardan
bakış gelir. Böylece öğreniriz ki, “bu iki kıtanın sakinleri ondokuzuncu
yüzyıla, yani Avrupa’nın dünyaya hâkim olduğu döneme kadar, adlarından,
kimliklerinden ve en önemlisi, Avrupalıların kendi amaçları doğrultusunda
tüketmek ve kullanmak üzere keşfettikleri sınıflandırma sisteminden
bihaberdirler”[2].
Roberts ve Lewis’in bu sözleri
Avrupa’nın, Avrupalı tarafından tasarlanmış ve yaratılmış yapay bir kıta
olduğunu açıkça gösteriyor. Zaten bunun için bir dünya haritasına bakmak
yeterlidir. Kıtalar, kesintisiz kara parçalarına verilen adsa eğer, Avrupa’nın
böyle bir kesintisizlik özelliği yoktur. “Gerçek şudur: Avrupa, bir kıta
değildir; bağımsız bir parça da değildir, bütünün devamıdır. Nitekim,
coğrafyacılar, Asya ile Avrupa’yı birbirinden ayıran kesin sınırların
olmadığını, geleneksel ayırımın ‘fiziksel coğrafya ile ilgili olmaktan çok
kültürel’ olduğunu itiraf eder. Bazı coğrafyacılara göre ise Avrasya adı
altında tek bir kıta vardır. Ne levha tektoniği, ne jeoloji Avrupa’ya kıta olma
hakkını tanır. Kıta olmak bu kadar önemli mi? ‘Coğrafya savaşmak içindir’
deniliyorsa, evet. Kendini ayırt etmeyi bir silah olarak kullanan Avrupalı,
haritaya bakar ve sürekliliğin kesildiği hatları sınır olarak belirler. Kuzey,
güney ve batıda bu kolaydır; denizlerle çevrilidir çünkü... Doğu sınırı ise
belirsizdir. O yönde ‘giderek genişleyen kıtasal bir mekânla bağlantılıdır’.
Denizin ya da boğazın olmadığı bu mekânda, kendini ayırt etmek isteyen
Avrupalı’nın imdadına yükseltiler yetişir. Fransız coğrafyacı Jean Gottmann’ın,
1954’te bildirdiğine göre Ural Dağları ve Hazar’a dökülen Ural nehri sınır
sayılır. Hazar ile Karadeniz arasını da Kafkas Dağları kapatır”. Gerçekten de
kara parçaları arasındaki sürekliliğin nehirler ve dağlar tarafından
koparıldığını düşünmek ancak Avrupa dehasının işi olabilir. “Ural Dağları’nın
doğu ile batı arasındaki bağlantıyı kopardığını hangi tarih kitabı yazar?
Avrupa’nın ortasından, Macaristan’dan Moğolistan’a uzanan ve Urallar’ı içine
alan büyük Bozkır’a bakın. Hem coğrafya, hem tarih bakımından sürekliliğini
böylesine koruyan dünyada başka bir kara parçası var mı? Doğuyla batıya yayılan
Altın Ordu İmparatorluğu’nun belkemiği Urallar değil miydi? Baltık’tan
Sibirya’ya uzanan Rus İmparatorluğu’nun olduğu gibi. Eğer Urallar sürekliliği
koparan bir engelse, Karpatlar ve Alpler ne olacak; o masif duvarların
arkasındaki ülkeler –ki Avrupalılığın beşiğidir- kıtanın dışında mı sayılacak?
Ya denizler ve boğazlar... Tarih boyunca halklar ve kültürler arasında en
önemli bağlantı yolları, köprüleri olarak işlev görmediler mi? Mallar ve
fikirler Avrupa’ya nereden geldi?”[3].
Hodgson, haritalarla ilgilenmenin ilk
bakışta önemsiz gibi görülebileceğini, fakat bunun daha temel durumların bir
paradigmasını (değerler dizisi) sunduğunu söyler. Özellikle Batılılar için
bunun büyük önemi vardır. “Çünkü haritalarda bile hislerimizi anlatmanın
yollarını bulmuşuzdur. Dünyayı ‘kıta’ şeklinde adlandırdığımız kara parçalarına
böleriz”. Dünyanın Doğu yarımküresinde bulunan Asya, Afrika ve Avrupa’da halen
insanlığın beşte dördü yaşamaktadır ve Ortaçağ Batılılarının kullanmış
oldukları ayrımlar mevcuttur. Ancak ilginç olan, Rusya’nın batısındaki
Avrupa’nın, yaklaşık tarihteki Hindistan’ın, şimdiki Pakistan ve Hindistan’ın
nüfusu kadar bir nüfusa sahip olmasıdır. Yine yaklaşık aynı coğrafi, linguistik
ve kültürel farklılığa ve aynı alana sahiptir. Bu yüzden Hodgson, “Avrupa
kıtalardan biri de, Hindistan neden değil?” diye sorar haklı olarak. Ona göre
de Avrupa’nın sınırları, kesintisiz kara parçaları olarak tanımlanan kıta belirlemesine
uymaz. Çünkü bu sınırlar “herhangi bir yarık ya da aralık nedeniyle”
seçilmemiştir. Ayrıca ileride tekrar döneceğimiz gibi, Avrupa’nın doğudaki
sınırlarından biri olarak kabul edilen “Ege Denizi’nin iki kenarı neredeyse her
zaman gerçekte aynı kültüre ve genellikle aynı dil yahut dillere, hatta aynı
yönetime sahip olmuştur. Aynı durum büyük oranda Karadeniz ve Ural Dağları için
de söz konusudur”[4]. Demek ki Avrupa bir kıta yapılarak, daha büyük olmayan
birimin alt parçası, fakat kendi başına dünyayı oluşturan büyük parçaların biri
olarak, ona doğal büyüklüğüyle orantısız olan bir mevki bahşediliyor. Bu da,
kıtaları icadeden ve isimlendiren Batı’nın, kendisini, hep mücadele ettiği
büyük bir coğrafyanın önemsiz bir parçası olarak görmemesinden, daha doğrusu
görmek istememesinden kaynaklanıyor. Bunun yerine o, içinde yaşadığı küçük
bölgeyi bir kıtaya dönüştürmek ve bütün ayrıcalıkları oraya yüklemek
istemiştir. Yani Avrupalı, bulunduğu küçük bir bölgeyi özel bir statüye
kavuşturmak için, aslında “ben yaparsam olur” mantığıyla coğrafya ile oynama,
dünyayı istediği gibi parçalara bölme ve adlandırma yetkisini kendinde görüyor.
HARİTALARIN SUÇ ORTAKLIĞI
Kuşkusuz Avrupalının, büyük Asya
kıtasının batıya uzanan küçük bir burnuna nasıl olup da kendi kıtası olarak
razı olduğu sorusu geliyor hemen akla. Ama onun kendisini hep ayrıcalıklı ve
dünyanın efendisi olarak gördüğünü aklımızdan çıkarmayalım. Sömürgeler yoluyla
zaten bütün dünyaya fiilen hâkim olduğunu düşünüyor. Öyleyse niçin kendini o sömürgelerden
ayıran özel bir kıtaya sahip olmasın? Ya da niçin her zaman farklı olduğunu
söyleyen, kimliğini bu “farklılıkla ilişki içinde” kuran özelliklerine, aynı
kıta içinde görünerek “ötekileri” ortak etsin?
Ancak her şeye rağmen Avrupalılar, harita
üzerindeki bu büyüklük sorununu da çözmüşlerdir. Kullandıkları Mercator
izdüşümü (projeksiyonu) adı verilen yöntemle Avrupa’yı harita üzerinde
olduğundan büyük göstermeyi başarmışlardır. Bu harita çizim tekniğine göre
bütün meridyen-enlem ağı, birbirine paralel giden iki takım çizgidir. Ekvator,
gerçek uzunluğu ile çizilir ve bütün enlem çemberler ekvatora eşit boyda
alınır. Bunlar arasındaki açıklık ekvatordan kutba doğru öylesine artar ki,
artık ufacık biçimler çok büyümüş olarak görünür. Bu yüzden, belki sadece
denizcilikte kullanışlı olan bu teknikle çizilmiş haritaların hayatımıza
yerleştirilmesiyle, bir dünya haritasına baktığımızda gördüğümüz ülke, bölge,
ya da kıta büyüklükleri birbiriyle orantılı değildir. Yani, aslında kıta
sayılamayacak Avrupa, olduğundan çok daha büyük, onun Doğu olarak adlandırdığı
dev coğrafya ise olduğundan çok daha küçük görünür. Bu konuda Hodgson şöyle bir
olay anlatıyor: “Kahire’deki bir hükümet dairesinde dini bütün bir Müslüman’ın
duvarında, İslam’ın ne denli yaygın olduğunu gösteren bir İslam dünyası
haritasıyla karşılaşmıştım. Fakat harita, Mercator projeksiyonuna göre çizilmiş
ve dolayısıyla Avrupa ile mukayese edildiğinde İslam toprakları esaslı bir
biçimde küçültülmüş bir Fransız haritasıydı. Memur, Mercator projeksiyonuna o
kadar alışmıştı ki, resmi emperyalizm şeklinde nitelendirilebilecek durumun
farkında bile değildi”[5].
Hodgson, New Yorker dergisinde
Amerika’yı New York şehrinden göründüğü şekliyle gösteren bir harita
yayınlandığını hatırlatarak burada Manhattan’ın Illinois’ten daha küçük
gösterilmesine Chicagoluların güldüğünü, ama Asyalıların bu türden bir dünya
tasavvuruna sahip olan Avrupa ve Amerikalılara gülmediğini belirtiyor. İnşa
edilen küresel dünya perspektifinin tipik bir karikatürüdür bu. Nitekim bu
küçük gösterme saplantısı bütün alanlarda karşımıza çıkar. Örneği, dünya tarihi
yazımında “Tek bir tarih kitabı yoktur ki, Avrupa’ya gösterilen yersiz
addedilemeyecek önemle birlikte, Eski Dünyanın bütünü üzerindeki medeniyetin
ilerlemesini tek bir resim olarak sunmaya kalkışmasın”[6].
Batı böylece kendi tarihini gerektiğinde olağanüstü abartırken –tıpkı
haritasını abarttığı gibi- kendi dışındaki dünyanın tarihini tek bir kategori
içerisinde ve âdeta bir paranteze sıkıştıracak biçimde küçülterek sunmaktadır.
Hodgson gibi daha makul insanlar bu konularda Batılıları, “sıradan insanların
zihnini çarpıtılmış bir dünya resmiyle dolduran ve böylelikle” sahip oldukları
“zaten feci derecede yıkıcı bölgesel, yöresel fikirlerin sürdürülmesine katkıda
bulunan terimlerle konuşmayı sürdürerek” kendi kendilerine zarar vermeme
konusunda uyarmaktadırlar[7]. Aslında Hindistan’ın Haydarabat eyaletinden küçük
olan İngiltere’nin, Mercator izdüşümünde, bu bölgeden neredeyse üç kat daha
büyük gösterildiğini belirttikten sonra Hudgson sözlerine şöyle devam ediyor:
“Bu, Mercator’un kuzeyi –Kuzey Amerika, Avrupa, Rusya- Hindistan yahut Yakın
Doğu gibi bölgelerin aleyhine, gerçekte olduğundan daha büyük göstermesi
nedeniyle böyledir. Kuzeye yerleştirilmeleri söz konusu olan bölgeler ise zaten
bizim abartılmış ülkelerimizdir. Daha iyi çizim ve ölçeklere dayalı ve Mercator’un
ifa edebileceği her amaca hizmet edebilecek başka dünya haritaları mevcut
olmasına karşın bu denli tahrif edilmiş bir haritayı sınıflarda ve her yerde
kullanmaya devam etmek ciddi bir ihmal ve kayıtsızlık gibi
görünmektedir”[8].
Haritaların bu şekilde tahrif edilerek
önyargılarını pekiştirmekte ve benliklerini pohpohlamakta suç ortağı haline
getirilmesi, bir bütün olarak dünyaya ve insanlığa baktıklarında, Batılıların,
kendilerini gerçek boyutlarıyla görmelerini engellemektedir. Daha ileride
göreceğimiz gibi bu durum, yalnızca coğrafî alanda değil, tarih ve düşünce
alanında da çarpıtmaları getirmiştir. Hodgson, harita izdüşümü ile
kavrayışların çok özel bir biçimde zaten çarpıtıldığını yazar. “Kırkıncı kuzey
paraleli dünya tasavvurumuz için can alıcı bir anlam ve öneme sahiptir.
Tarihsel bakımdan neredeyse bütün büyük medeniyet merkezleri kırkıncı paralelin
güneyinde yer almıştır; daha doğru bir deyişle Avrupa hariç hepsi”[9]. Mercator
izdüşümünün abartmaya başladığı alanlar ise tam bu paralelden başlamakta ve
Avrupa’nın büyük bir bölümü de bu paralelin kuzeyinde yer almaktadır. Haritalar
aracılığıyla yapılan bu çarpıtma, kendisine gelinceye kadarki bütün
medeniyetlerin tarihten soyutlanarak ortada sadece Avrupa tarihinin
bırakılmasına imkân tanır. Tarih yazımında Avrupa’nın merkeze alınması, başka
bir deyişle etnik merkezli bir tarih tasavvurunun yaygınlaştırılması da, böyle
bir çarpıtma pahasına mümkün olur. Sadece Avrupa veya Amerika’da değil,
sorgulanmadan bizde de kullanılan dünya haritalarında Avrupa’nın merkezde yer
almasının, bu etnikmerkezli anlayışın meşrulaştırılmasında nasıl bir rol
oynadığı araştırılmaya değer. Sonuçta, Avrupa’yı Orta Doğu, Hindistan ve
Çin’den çok daha büyük göstermekten, hatta Hindistan’ı Asya içinde, Avrupa’daki
İsveç gibi bir ülke gibi göstermekten hoşlanan bu projeksiyonun
“coğrafyacıların sınıflarının dışında, en yaygın dünya haritası biçimi olarak
varlığını muhafaza etmesi hiç de şaşılacak bir durum değildir”[10].
Durukan, Avrupa sınırlarının ne kadar
tartışmalı olduğundan söz ederken açtığı bir parantez içinde, bu noktada önem
kazanan haritaların masumiyetini Craig Calhoun’un Nationalism adlı
eserinde tartıştığını belirtiyor: “Örneğin, eldeki haritaların ezici
çoğunluğunda niye Avrupa merkezdedir? Bu haritalarda, Afrika gerçek
büyüklüğünden oransal olarak daha küçük resmedilirken, Avrupa ve Kuzey Amerika
niye daha büyük gösterilir?”[11].
Şu halde lehindeki bütün gösterişli
genellemeleri bir yana bıraktığımızda, bu denli etkili bir varlık olarak
gösterilen Avrupa’nın, aslında kendisini olduğundan çok daha büyük gösterme
tutkusuyla hareket ettiği ve gösterildiği gibi olmadığı ortaya çıkıyor. Onun
ezelî üstünlük iddiasını ele aldığımız bölümde de gösterdiğimiz gibi, bu
çarpıtmaları akılcılık, ticaret ve diğer bütün alanlarda da görmek mümkün.
Ancak bunların ortaya çıkmasının, Batı’nın bir bütün olarak yeniden gözden
geçirilmesini ve her alanda söylediklerinin tashih edilmesini zorunlu hale
getirmesi bakımından olumlu bir yanı da var. Bir zamanlar sorgulanmadan kabul
edilen bütün üstünlük savlarının artık güçlü bir şekilde sorgulanması da bu
yüzden.
Bu bakımdan, onun ne olduğundan başlayarak
bütün özellikleri yeniden ele alınmalıdır. Roberts, Avrupa’nın ne olduğunu
saptamanın çok zor olduğu konusundaki şu sözlerinde çok haklı: “Avrupa
sözcüğünün anlamı bile hâlâ tartışılmakta. Elbette Avrupa tarihinin içeriği de.
Hatta, coğrafi tanımı da; Avrupa adını verdiğimiz yarımada aslında başka bir
yerle, Asya’yla iç içe giriyor ve bu ikinci kıtayla tam olarak hangi noktada
birleştiği, iklim ve topografya açısından bile hâlâ tartışma konusu. Coğrafi
tanımı nasıl olursa olsun, bu alanın belli bir kültür, yaşam tarzı ve hatta
uygarlıkla tam olarak nasıl çakıştığı konusu daha da çok tartışılıyor”[12].
(BATININ
DOĞUSU, s. 162-170)
* Haklı olarak, “acaba buranın gerçek yerlileri de
haberdar mıydı?” sorusu sorulabilir. Roberts, sözünü ettiğimiz düşünce
alışkanlığıyla “Kuzey Amerikalılar” derken, buranın asıl sahiplerini unutuyor
ve doğal olarak burayı sonradan sahiplenen işgalci Avrupalıları kastediyor.
[1] J. M. Roberts, Yirminci Yüzyıl Tarihi, s. 24–25.
Yazar sözlerinin devamında milliyet ve milliyetçilik fikirlerinin de Avrupa
kökenli olduğunu belirtir: “Avrupa dışında da kendi etnik ya da kültürel
ayrımları konusunda gelişmiş duygulara sahip halklar –örneğin, Han Çinlileri ya
da Japonlar- bulunsa da, milliyet ya da milliyetçilik de Avrupa kökenli bir
fikirdi”.
[2] Bernard Lewis, Islam and the West’ten nkl.
Franco Cardini, Avrupa ve İslam, s. 4. Haberdar olmaları düşünülemez. Çünkü
“dünyaya hâkim olan” Avrupalıların kendilerini merkez alarak yaptıkları
adlandırma ve verdikleri kimlik öylesine saptırıcıdır ki, bunu önceden görmek
imkânsızdır. “Avrupalıların kendi amaçları doğrultusunda tüketmek ve kullanmak
üzere keşfettikleri sınıflandırma” sistemini nereden bilsinler ki?
[3] Kemal Tayfur, “Avrupa Kıta mı?”, Atlas, sayı:
141
[4] Marshall G. S. Hodgson, Dünya Tarihini Yeniden
Düşünmek, s. 32–33
[5] Age., s. 38
[6] Age., s. 82
[7] Age., s. 82
[8] Age., s. 83
[9] Age., s. 34
[10] Age., s. 34
[11] Kaan Durukan, Doğu-Batı İkilemine Dört Bakış, s.
32
[12] J. M. Roberts, age., s. 137–138
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder