Ülkemiz
nereye gidiyor? Bunun farkında mıyız? Acaba başımızı avuçlarımızın arasına alıp
düşünüyor muyuz? Ülkenin geleceği emin, ufku aydınlık, göğü masmavi ve parlak
mıdır? Bilim adamlarımız, yazarlarımız, devlet ve siyaset adamlarımız ne diyor,
ne düşünüyor ve daha önemlisi ne yapıyorlar? İşte milletimizin şimdi en çok
üzerinde durması gereken sorulardır bunlar.
1990’dan
sonra dünyada aslında çok büyük değişiklikler yaşandı. Adeta gözle görünür ya
da görünmez fırtınalar esti, kasırgalar koptu. Rusya’da komünist rejimin çökmesi,
Demirperde’nin ortadan kalkmasıyla doğu Avrupa’nın Rus esaretinden kurtulması,
Körfez Krizi ve savaşı, İran-Irak savaşı, bitmek bilmeyen Afganistan’daki iç
savaş ve en son noktalandırılmış görünen İsrail-Filistin savaşı ve daha bir nice
irili ufaklı olayın ördüğü değişim kurgusu, sadece 20. Miladî yüzyılı 21.
Miladî yüzyıla devretme anlamına gelmekle kalmıyor, adeta bir çağdan bir başka
çağa atlama niyetinden bir görünüm sunuyor. Yeni Dünya Düzeni adı altında
edebiyatı yapılarak gözleri boyanan bu yeni sömürgecilik, emperyalizm dalgası,
sadece ülkelerin maddî varlık ve verimlerini hedef almış olmakla yetinmeyip son
direniş noktaları olan geçmişlerinden, geçmiş medeniyetlerinden ne kalmışsa onu
da silip süpürme, hatta şuuraltılarında olanı da kazıyıp insanları geçmişsiz,
geleceksiz, hatırasız ve umutsuz, etten robotlar ve Yeni Dünya Düzeninin
işçileri ve hizmetçileri haline getirme planına dönüşmüş bulunuyor. Batıyla
Doğunun tarih boyu karşılaşmalarının bu sonuncusu ve belki en trajiği olan
(karşılıklı güçler arasındaki nispetsizlik ve bir tarafın en keskin olumsuzluk
bilincine karşılık öbür tarafın savunmadaki müthiş bilinçsizliğinden doğan
trajiği kastediyoruz) bu ikilem, bilhassa Ortadoğu denilen İslâm Ülkesini tam
kalbinden vuruyor, adeta ölümcül şekilde yaralıyor.
İşte,
Haçlı Seferlerinden ve Moğol İstilâsından bin beter bu istilâ, sessiz ve sedasız
yürüyor. Barış adı altında yürüyor. Kurtuluş adı altında yürüyor. Buna
karşılık, Ortadoğu aydınları, bilim, düşünce ve siyaset adamları ne kadar hazırlıklıdırlar,
ne derece işin korkunçluğunun farkındadırlar? Bunu zaman gösterecektir. Zamanın
göstermesi, artık iş işten geçtikten sonra fark edilecektir. Oysa, bize şimdiden
geleceği kestirecek ileri görüşler gerekli.
İktidar
ve muhalefet partileri ise, 60’lı 70’li yıllarda yaşıyorlarmışçasına bir
kavganın içine gömülmüş, adeta dış dünyadan soyutlanmış durumdadırlar.
Liderlerini gençleştirme, bu partileri günümüzün gerektirdiği yenilenmeye kavuşturamamıştır.
İç politikada tam bir karmaşa ve belirsizlik, dış politikada da tam bir
teslimiyet ve mahkûmluk, bu partilerin ortak tutum ve hatta karakteri haline
gelmiş gibi gözüküyor. Ülkemizin kaderi bu mu? Kara alınyazısı mı bu yurdumuzun?
Hayır ve asla. Ama, iki yüz yıldır devreye sokulan kadrolar, gide gide ve
götüre götüre bu noktaya ve bu sona eriştirdi bizi. Şimdi, asıl, bugüne kadar
devreye sokulmayan ve sokulmak istenmeyen yepyeni bir kadronun öne çıkması ve
ülke yönetimine egemen olması gerekmektedir.
Son
derece ince bir dış politika ile birlikte memleketin sosyal, ekonomik, kültürel
ve siyasal gelişim ve dirilişinin sağlanarak Ortadoğu denilen Büyük Ülkemizde
yeniden
ayağa
kalkış ve büyük devlet oluş imkânlarını arama ve gözetme biçiminde oluşacak iç
politikayı izleyecek bilinçli, ahlâklı, idealist bir neslin, diriliş neslinin
öne çıkmasından başka bir çıkış noktası görünmüyor.
Eskiyen,
yenilenemeyen ve yenilenemeyecek gibi gözüken partilerin, büyük parti denilen
partilerin tasfiyesi artık memleket için şart olmuş, adeta ölüm kalım meselesi haline
gelmiştir.
Küçük
parti denilen partileri ise küçük değil, yeni partiler olarak görmek, sanırız,
daha gerçekçi ve umut verici bir yöntem ve bir siyaset olacaktır.
Artık
müzmin hale gelen enflasyon, kişilerin ekonomik dirençlerini de kırmakta, son
birikimleri de tüketmektedir. Devletin iktisadî teşekkülleri can çekişmekte, buna
karşılık özel teşebbüs, dış ekonomik istilâ karşısında ayakta duramayacak gibi
gözükmektedir. Bu bakımdan özelleştirme de, dertlere çare gibi görünmemektedir.
Sosyal bakımdansa durum ekonomik durumdan da daha vahimdir. Bizi kaynaştırıp bir
millet haline getiren ölümsüz değerlerimiz, adeta yokoluşa terkedildiğinden,
etnik çözülüşler şeklinde görülen çürüyüş, korkulur ki, daha başka alanlara da
sıçrasın. Batı, yurdumuzu kesinlikle Hristiyan toprağı yapma kararı vermiş, bunun
için içimizde tohum halinde bulunan ayrılma, çözülme, çürüme istidatlarını körüklemek,
kamçılamak, için elinden geleni ardına bırakmıyor. Güneydoğu sorununda Batının
bu tutumu ayan beyanken yine de aydınımız uyanmıyor. Daha başka alanlara da
sıçratılmak istenen ayrılık ateşi körükleniyor. Gözümüzün önünde İstanbul
üzerinde oyunlar oynanıyor. Yeni Ortodoks dünyası kurulması, Yeni Ermenistan
hülyası, Yeni Rum büyümesi gibi çalışmalarla Anadolu’daki varlığımız sona erdirilmek
isteniyor. Buna karşılık partilerimiz ne gibi düşüncelere sahiptir, bilinmiyor.
Ne gibi önerileri vardır bu konuda, belli değildir. Farkında oldukları bile
şüphelidir tehlikeden. Partilerimiz, bir tarih görüşüne ve bir fikir temeline
sahip olmadıklarından, günlük yaşantıdan öteye geçemiyorlar, siyaset,
günübirlik dedikodudan ibaret kalmaya mahkûm oluyor.
Dış
politikada, işler daha acı bir görünümde. Kıbrıs, sanki, kaderine terkedilmiş
durumda. Batı Trakya, Bosna Hersek, Türkî Cumhuriyetler denilen kardeş ülkeler, Afganistan,
hepsi artık bizim pek karışamayacağımız, dışımızda, Batının iştiha ve istilâsına
mâruz, sadece seyircisi olduğumuz facialar. Sırasını bekleyen kurban gibi köşesinde
duran bir ülke gibiyiz. Hatta bunun daha ötesi: kurbanları kurban mahalline
taşımak ve kurban edicinin önüne elleri kolları bağlı teslim etmekle yükümlü
bir kurban durumundayız.
Bu
zincir, bu mahkûmluk zincirini nasıl kıracağız? Avrupa’nın, ya da Ortadoğu’nun
yüreğine bir hançer gibi sokulmuş tüm Batı’nın, gelip yatağımızda işimizi
bitirmesini kurbanlık koyun gibi bekleyip duracak mıyız? Oysa en umutsuz
sanılan anda bile Allah’tan umut kesilmez. Gün doğmadan neler doğar. Yeter ki,
umutsuzluğa kapılmayalım. Yeter ki, köklü çözümlerden yana olalım. Yeter ki,
sun’iliklerden kaçınalım. Yeter ki yeni nesli, diriliş düşünce ve duyarlığıyla
yetişmiş genç nesli, “Diriliş Nesli”ni devreye sokmanın yolunu bulalım.
Bu
iş partiyle olmaz diyenler, mevcut duruma razı olmuş olurlar ki, bu gidiş de
doğrudan doğruya tarihin tozlu sayfaları arasında yitip gitmedir. Asıl bu iş
cemaatle, vakıfla veya geleneksel kurumların zamanımızda son derece zayıflamış
devamları olan müesseselerle olmaz. Vakıf, dernek, cemaat vb.nin başka
fonksiyonları vardır ve asla devletin yerine geçemezler. Kimilerinin de kötü
tatbikattan şikâyetleri adeta devlet düşmanlığına dönüşmüş, sivil toplum, insan
hakları adı altında devletin sağlık ve güçlülüğüne duyarsız hale gelmişlerdir.
Oysa, insan hakları, demokratikleşmiş toplum, sivil toplum dedikleri
özellikler, ancak güçlü ve güvenlikli bir devletin varlığıyla var olan
niteliklerdir. Kişi, toplum ve devlet ilişkisi sağlıksız ülkelerin akıbeti
karanlıktır. Güçlü kişiler, güçlü toplumu, güçlü toplum da güçlü devleti teşkil
eder düşüncesi doğrudur. Ancak tek boyutlu bir doğrudur bu. Tersinden de sağlanması
lazım bu kuralın. O da güçlü devlet, toplumunu, güçlü toplum da, kişiyi güçlü
kılar.
Tanzimat’tan
bu yana bir rejim yanlışı içindeyiz. Bu, devleti de işlemez hale getiren bir
sistem yozlaşmasına dönüşmüş durumda. Yüzeysel bir düzenleniş, reform,
ikinci
cumhuriyet, değişim ifadeleri ve girişimleriyle Batının arkasından koşup alelacele
ona yeniden uyarlanma, kurtuluş getirecek bir köklü davranış olmayacaktır. Biz bu
filmleri çok gördük diyebiliriz haklı olarak bu tür yeni oluşum iddiaları için.
Evet,
bu düşüncelerle doğdu “Diriliş Hareketi”. Hareketimizin bir tarihî ve fikrî
temeli vardır. “Diriliş Görüşü”, hareketimiz tarih yorumu ve çözüm paketidir. “Diriliş
Tezi”, kurtuluş yöntemimizdir. Batının kurduğu müthiş ölüm tuzağından ancak “Diriliş”
reçetesi ile kurtulabiliriz.
Medya
bizi duyurmadı ve tanıtmadı. Medya, kökeni itibariyle, misyonu icabı buna
mecburdur. Yeni ve milletin bağrından doğmuş yeni bir medyayı getirmek
zorundayız.
Milletimiz,
büyük bir millettir. Tarihinde en umulmadık zamanlarda büyük dirilişler
gerçekleştirmiş, tarihinin en büyük devlet ve medeniyet atılımını yapmış bir
millettir. Yeniden dirilişi gerçekleştirmesini ondan beklemekte ve bu yüzden
aydınları harekete geçmeye çağırmakta haklıyız. Umutluyuz. Çağı değiştirecek,
yenileyecek güç, milletimizin ruhunda bir tohum olarak beklemektedir.
İnsanlığın içine gömüldüğü zulüm ve çağdaş cehalet karanlığını yırtacak ışık, “Diriliş
Işığı”, bu tohumu büyütmekle, bir meşale gibi parlayacaktır.
Medeniyetimizin
yeraltına geçmemesi, yeniden gün yüzüne çıkması ve ancak onunla
yaşayabileceğimiz, varolabileceğimiz gerçeğinin bilinmesi, ancak hareketimizin,
hareketinizin, “Diriliş Hareketi”nin gelişip serpilmesi, büyümesi, her yerde
teşkilâtını kurması ve Devlet yönetiminde söz sahibi olmasıyla mümkün
olacaktır.
(Diriliş
Işığı 1994)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder