8 Mayıs 2015 Cuma

DOĞU BATI SINIRININ DEĞİŞKENLİĞİ 2



YÜKSEL KANAR

Aslında Roma Katolik kilisesi ile Bizans Ortodoks kilisesinin birbirinden ayrılması, ilâhiyat alanındaki anlaşmazlıklardan çok, siyasal ve kültürel nedenlere dayanır. Bölünmeye yol açan ilk çatışma, Charlemagne’ın dokuzuncu yüzyılda Batı’da Roma İmparatorluğu’nu canlandırmaya çalışması sırasında öğreti ve ayin konularındaki önemsiz ayrılıklarla başlamıştı. Roma ile Konstantinopolis arasındaki ayrılıkların en önemlisi ise, Batı Hıristiyanlığının Kutsal Ruh’un hem Baba’dan, hem de Oğul’dan kaynaklandığını öne sürmesine karşılık, Doğu’nun Kutsal Ruh’un yalnızca Baba’dan kaynaklandığını savunmasıydı. Batılı Hıristiyanların İznik Amentüsü’ne bu yönde bir ifade (“ve oğuldan”) eklemesi ve Doğuluların sapkınlıkla suçlanması Bizans’ın öfkesiyle karşılaştı. Bu ayrılıkların sonunda Papa IX. Leo ile Patrik Mikhail Keroullarios’un 1054’te birbirlerini karşılıklı aforoz etmeleriyle, bugüne değin süren kesin bölünme gerçekleşti*. Bizans imparatorunu devirerek Konstantinopolis’i yağmalayan ve 1204’te Papa’ya bağlı bir Latin patriğini göreve getiren Dördüncü Haçlı Seferi’nin Doğu’da yarattığı olumsuz duygular, daha sonraki birleşme çabalarını da gölgelemiştir.

Kısacası Batılılarla Bizanslılar arasında önemli farklar vardı. En başta dinsel düzeyde, kiliseler arası ayrılıkta (Batı’nın Katolikliğine karşı Bizanslıların Ortodoksluğu her zaman önemini korumuştur) ve Haçlı Seferlerinde görülen bakış farklarının listesi, onikinci yüzyıl boyunca Doğulu ve Batılı Hıristiyanlar birbirini yakından tanıdıkça daha da uzadı. Bizanslılar, Normanlılarla Venedikliler, Fransızlarla Almanlar arasında pek ayrım yapmadan hepsine “Latinler” diyor ve hiçbirini sevmiyorlardı. Eserini 1205 yılında yazan Bizanslı tarihçi Niketas Khoniates, onlarla ilgili duygularını şöyle özetlemişti:

Latinlerle aramızda geniş bir uçurum vardır. Bizler birbirinden ayrı kutuplarız. Ortak hiçbir düşüncemiz yoktur. Onlar kibirli, kendilerini üstün görme hastalığına tutulmuş, bizim davranışlarımızın sadeliğini ve alçakgönüllülüğünü alaya almaktan hoşlanan kişilerdir. Ama biz, onların kibrini ve küstahlığını, onların burnunu havada tutan sümük akıntısı gibi görürüz; onları, bize engerek yılanını ve akrebi çiğneme gücü veren İsa’nın kudreti sayesinde çiğneyip tepeleriz[1].

Nicol, duyulan kinin karşılıklı olduğunu, Latinlerde bu kine açgözlülük ve talan hırsının da eklendiğini belirtir. Bu düşmanlığın 1171’de Venedikli tacirlerin Bizanslılarca tutuklanmasına ve 1182’de doruğa ulaşarak Konstantinopolis’teki bütün yabancıların vahşice kılıçtan geçirilmesine kadar gittiğini unutamayan Batılılar, sonunda Konstantinopolis’i Batılıların egemenliği altına sokmayı güvenceleri için tek çare olarak gördüler. 1185’te Normanlar, İtalya’dan Yunanistan’a geçerek Thessalonike’yi (Selanik) yağma ettiler. “Zaten Konstantinopolis’teki imparatorların sahip bulunduğu ‘imparator’ unvanının kendi hakkı olduğunu iddia eden Kutsal Roma İmparatoru Friedrich Barbarossa (...) kendi komutasındaki haçlı ordusunu Bizanslılar üzerine yürütme tehdidinde bulundu”[2]. Nitekim 1204 yılındaki dördüncü Haçlı Seferi askerlerince İstanbul, “herhangi bir kimsenin anımsayabileceği” en büyük kent yağmasına sahne oldu.  

Yunan coğrafyasının, Batı’nın değişik zamanlardaki anlayış ve değerlendirmeleri doğrultusunda bu şekilde Doğu ile Batı arasında gidip gelmesinin ortaya çıkardığı kafa karışıklıkları bundan da ibaret değil kuşkusuz. Örneğin, eğer Yunan kültürü Batı kültürünün köklerini oluşturduğu için bu böyleyse, o zaman bu kültürün Ege Denizi’nin iki kıyısında birden ortaya çıktığı ve geliştiği gerçeği gözden kaçırılıyor demektir. Bu durumda, o zamanlar aynı kültüre ve dile sahip coğrafyanın ikiye ayrılmasının, Ege Denizi’nin doğusunun Batı dışında bırakılmasının nedeni olarak bugün burada farklı bir kültürün yer almasını düşünebiliriz. Dolayısıyla Doğu ve Batı’nın birer coğrafya terimi olarak düşünülemeyeceği bir kez daha açık bir gerçek olarak ortaya çıkıyor. Zaten, her ne kadar Fas, İspanya’nın batısı olsa da Afrika’nın Doğu kabul edildiği bir dünyada bu gerçeği tartışmak bile yersiz. Bundan da ilginci, bugün bütün dünyada her ay kırk milyona varan baskı sayısıyla Batı’nın Batılı-olmayanı nasıl algıladığını gösteren ve kamuoyu oluşturan bir ayna konumundaki National Geographic’in yayınladığı Avrupa haritasıdır. Avrupa’yı kıta olarak kabul edenlerin sınırı İstanbul ve Çanakkale boğazları olmasına rağmen, derginin yayınladığı haritada Trakya Avrupa dışında bırakılarak sınır Türkiye’nin Bulgaristan ve Yunanistan sınırlarıyla belirlenmiştir[3]. Hiçbir kurala dayanmayan böylesine keyfî bir belirleme, Avrupa sınırlarının tarihsel ve söylemsel Batı sınırlarıyla nasıl bir uyum içinde ve ne kadar değişken olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Buradaki sınır, daha önceki sınırlarda da görüldüğü gibi, bütünüyle kültürel bir anlam taşıyor.

Böylece bugün ne anlama geldiğini bildiğimiz Batı dünyasına karşılık geriye kalan bütün Doğu yarımküresi medeniyetlerinin doğal olarak “Doğu”, “Şark” başlığı altında ele alınmasının önemli bir nedeni vardır: “Tarih sahasındaki bu kavram (Doğu/Şark –Y.K.) coğrafyadaki ‘Asya’ kavramının muadilidir. Bu, ‘Asya’ başlığı altında bir araya getirilen diğer bütün uygar bölgelere, kavramsal bakımdan muadil olarak ‘Batımızı’ ileri sürmemize imkan tanır”[4]. Bu noktada “Avrupa” kavramının yerini “Batı” kavramına terk etmesi, bütün bir Avrasya ve Afrika topraklarının “Doğu” ve “Batı” olarak ikiye ayrılarak Avrupalılar tarafından “klasik bir ırk merkezli ikilem” inşa edilmesine izin verir. “Biz ve diğerleri, ‘Yahudiler’ ve Gentileliler’, ‘Grekler ve Barbarlar’, ‘Batı’ ve ‘Doğu’. Tanımı gereği tarihin ‘ana akış istikameti’ ‘Batı’yı kaplar ve aynı tanım gereği ‘Doğu’ tecrit edilmiş ve statiktir; bu nedenledir ki Batı, zaten insanlığın bir yarımı olarak gösterildiğinden aynı zamanda daha önemli yarımı oluşturur”[5]. Hodgson, bu Batılı ırk merkezciliğin en ilginç özelliklerinden birinin, genellikle karışıklığı kötüleştirerek dünyanın diğer her türlü ırk merkezciliğini etkilemiş olmasına özellikle dikkat çeker.

Atlantik’ten Pasifik’e uzanan bir Afro-Avrasya uygarlık kuşağını Avrupa, Ortadoğu, Hindistan ve Çin-Japon Uzak Doğusu olmak üzere dört çekirdek bölgeye ayırma geleneğini hatırlatan Hodgson[6], Batılı akademisyenlerin karmaşık nedenlerden dolayı ondokuzuncu yüzyıldan beri, kendilerini insanlığın geri kalanının tarihiyle bütünleştirmemek için, bu Afro-Avrasya tarihini iki bölüme ayırarak incelediklerini söylüyor. Buna göre, Avrupa tek parçayı yani Batı’yı, diğer üçü ise ikinci parçayı yani Doğu’yu oluşturuyor.   

Avrupa’nın ve Doğu-Batı sınırlarının bu belirsizliği ve değişkenliği yanında, Avrupa’nın kendi içinde de sınırlar çoğu zaman değişmektedir. Avrupalı, tıpkı Doğu için yaptığı gibi Avrupa’yı da Batı, Doğu ve Orta gibi kategorilere ayırmaktadır: “Avrupa’nın uygarlık konusundaki üstünlük duygusunu bozulmadan koruyabilmek için, zihinsel haritaların da sürekli yeniden çizilmesi gerekiyordu. ‘Avrupa Topluluğu’ denen şey, zımni olarak kıtanın yarısını görmezden geliyordu: Savaş sonrası Avrupa, Batı ile özdeşleştirildi. Bir kenara itilen Doğu Avrupalılar, kendilerini barbarlardan uzak tutabilmek amacıyla ‘Orta Avrupa’ olduklarını düşünmeye başladılar. Alışkanlık günümüzde de sürdürülmektedir: Önde gelen Britanyalı bir tarihçi geçenlerde, günümüz Avrupa’sının lekeli olduğunu kabul etmemek için, Yugoslavya’yı barbar Üçüncü Dünya’nın bir parçası olarak görmeyi yeğleyip, Bosna’daki savaşı ‘yalnızca antropologların anlayabileceği, ilkel bir kabile çatışması’ olarak tanımladı. (J. Keegan, “A primitive tribal conflict only antropologists can understand”, Daily Telegraph,15 Nisan 1993). Görüldüğü kadarıyla, 20. yüzyılın canice sicili bile Avrupalıların kendilerini kandırma kapasitelerini düşürmemiş”[7].

Coğrafî anlamdaki Avrupa ile tarihsel ve söylemsel anlamdaki Batı’nın sınırlarındaki bu büyük değişmeler böylece günümüzde de sürüp gitmektedir. Sovyetlerin dağılmasından önce doğu sınırı Demirperde ülkeleri olan Avrupa, ya da Batı bugün de kendine sabit, kabul edilebilir bir sınır bulmakta zorlanıyor. “Soğuk savaş sonrasında, Avrupa’nın bizim için ne anlam ifade ettiği çok daha bulanıktır – ‘Batı’nın (ki bu da bizzat eskimeye başlamış bir kavramdır) bir parçası mıdır, ‘Avrasya’nın Batı’daki parçası mıdır, her ikisi midir, hiçbiri değil midir? Avrupa Birliği’nin ‘Avrupa’sı bir vaat ya da aldatmaca olabilir, ama bir gerçek değildir. Bu kıtanın ayrımlarını ve belirsizliklerini –benim burada yapmaya çalıştığım gibi- ciddiye almak, metafiziği terk etmeyi, gizemli ve asli bir ‘Avrupa’ aramaktan vazgeçmeyi ve bunun yerine, ‘Avrupa’nın ne anlama gelmesi gerektiğini tanımlama yolunda sürekli bir mücadeleye girmeyi gerektirir”[8].

Kaan Durukan haklı olarak bu durumun özellikle Batılılaşmayı tartışırken göz önünde tutulmasının, “Batı’nın sınırlarının ne kadar değişken, tabiri caizse oynak olduğunun, günün şartlarına göre nasıl defalarca yeniden tanımlanabileceğinin” altını çizmenin önemli olduğunu söylüyor. Edward Said’in, ‘Doğu’ kavramının Batılı (önce İngiliz, Fransız, daha sonra Amerikalı) kolonyalist/emperyalist güçler tarafından kurgulanmış olduğunu ve Batı’nın askerî, politik, ekonomik üstünlüğünü pekiştirmek amacıyla dünyanın geri kalanına empoze edildiğini söylemesi yanında, “bir yanıyla ‘Batı’ da benzeri bir kurgudur, ancak farkı şudur ki, muğlak ‘Batı’nın bazı üyelerinin kararlarının biçimlediği bir yapıdır; Perry Anderson’ın ifadesiyle, ‘Batı’ tarih boyunca Asya’yı (‘Doğu’yu) bir nevi ‘ayna’ gibi kullanarak kendi sosyal formasyonunu tarife çalışmıştır”[9].

Durukan aynı zamanda, bütün bu üstünlük vehimlerine rağmen homojen bir Batı’dan bahsetmenin çok sorunlu olduğuna değinir: “Robert Brenner, büyük bir bilimsel tartışmaya yol açan ünlü makalesinde, özellikle Marksist teori açısından önemli başka temaların yanında, benzer bazı faktörlerin varlığına karşın tüm Avrupa’nın aynı iktisadi gelişmeyi yaşamadığını kaydeder; Eric Wolf, Avrupa’nın iddia edildiği gibi yekpare olmadığını, Avrupa’nın birliği fikrinin hayali bir birlik olduğunu belirtir. David Blackbourn ve Geoff Eley, Almanya’nın tarihsel deneyimine ilişkin öne sürülen sonderweg (farklı yol) yaklaşımını eleştirdikleri yapıtlarında, sorunun Anglo-Amerikan ve Fransız modellerini merkeze koymakta olduğunu söylerler; Eley bir adım daha ileri giderek, aslında Almanya’nın istisnai konumunun yerine, İngiliz, Fransız ve Alman ‘istisnalar’ının incelenmesi gereğine işaret eder. Diğer yandan, farklılıklarıyla bile olsa Batı’nın sınırlarını çizmek her zaman zordur: On sekizinci yüzyılda Prusyalı Büyük Frederick ve Rus Çariçesi İkinci Katerina, başka hükümdarlar gibi, hâkim normlar olan Fransa ve İngiltere’yi taklide kalktıklarında, Prusya ve Rusya’nın ‘Avrupalı’ olup olmadıkları, hatta ileride olup olamayacakları tartışmaya açılmıştır. Daha yakın tarihli bir örneğe bakarsak, Derek Sayer 1989 öncesi döneme referans vererek Prag’ın Viyana’dan çok daha batıda olmasına rağmen, Çekoslovakya’nın nasıl ‘Doğu’ olarak tanımlandığının altını çizmişti; bugün Çek Cumhuriyeti ‘Avrupa’da’ ve Avrupa Birliği’nin de eşiğinde”[10]. Sayer, konuya biraz da ironi katarak kavramsal coğrafyadaki sınırların belirlenmesindeki önemli bir sorunu şöyle anlatır: “Eski dostum Teodor Sha-nin, Kuzey Amerika’nın Avrupa’nın bir parçası olduğunu, Bulgaristan’ın ise olmadığını söyler. Eklemek isterim ki, Meksika’nın Güney Amerika’da olduğunu unutmadığımız sürece bence mahsuru yok. Prag’ın aslında Viyana’nın batısında olduğunu fark etmek birçok insana (...) şaşırtıcı gelebilir. Ancak Prag, zihnin tabiatıyla iktidar ilişkilerinin haritasını çizen kartografisinde, yarım yüzyıldan bu yana kesinlikle ‘Doğu Avrupa’ olarak anılan bir bölgeye oturtulmuştur. Tekrar etmek için söylüyorum: Eğer –coğrafi olarak- Avrupa’nın merkezine bu kadar yakın bir şehir hakkında konuşmuyor olsaydık, bunların hiçbiri kayda değer ya da ilginç olmayacaktı. Prag, Berlin’le neredeyse aynı boylamda yer alıyor ve Londra’ya Roma’dan daha yakın. Said’in Doğu’su Boğazlar’da başlamıyor; Doğu, sınırları iktidar coğrafyasınca çizilen, tamamen tutarsız bir alan”[11].



* İki taraf da birbirlerini 1965’e kadar tanımamışlardır.

[1] Niketas Khoniates, Historia’dan aktaran Donald M. Nicol, age., s. 6
[2] Donald M. Nicol, Bizans'ın Son Yüzyılları, s. 6
[3] Bkz. Kemal Tayfur, “Avrupa Kıta mı?”, Atlas, Keşif Dergisi, sayı: 141, Avrupa’nın Sınırları, ek bölüm, s. 32, Aralık 2004. Burada National Geographic’in yayınladığı haritanın küçük bir fotoğrafı yer almaktadır. 
[4] Hodgson, Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek, s. 37         
[5] Age., s. 37
[6] Hodgson, Avrupa’nın çekirdek alanını Anadolu’dan İtalya’ya Akdeniz’in kuzey kıyıları olarak belirler. Buralar kuzeye doğru artan ölçüde bölgeye nüfuz eden bir Grek (daha sonra Greko-Latin) kültürüne sahiptir. Orta Doğu’nun çekirdeği, Orta Avrasya’dan Yemen ve Doğu Afrika’ya kadar kuzey ve güney bölgelerinin önderlik için baktığı Bereketli Hilal ve İran Platosu; Hindistan’ınki Hindu Kuş hattından doğu ve güneye doğru Ganj vadileri; Çin-Japon Uzak Doğusununki ise, Çin’in içinden Japonya ve Vietnam gibi daha ötelere yayılan bölgelerdir. Bkz. age., s. 39-40.
[7] Mark Mazower, Karanlık Kıta-Avrupa’nın 20. Yüzyılı, s. xıv-xv
[8] Age., s. xv-xvı
[9] Kaan Durukan, age., s. 31
[10] Age., s. 31-32
[11] Derek Sayer, “Modern Avrupa Tarihinde Bir Çıkış Noktası Olarak Prag”, s. 109–110


(Yüksel Kanar- BATI'NIN DOĞU'SU, s. 176-182

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder