YÜKSEL KANAR
Aslında
Roma Katolik kilisesi ile Bizans Ortodoks kilisesinin birbirinden ayrılması,
ilâhiyat alanındaki anlaşmazlıklardan çok, siyasal ve kültürel nedenlere
dayanır. Bölünmeye yol açan ilk çatışma, Charlemagne’ın dokuzuncu yüzyılda
Batı’da Roma İmparatorluğu’nu canlandırmaya çalışması sırasında öğreti ve ayin
konularındaki önemsiz ayrılıklarla başlamıştı. Roma ile Konstantinopolis
arasındaki ayrılıkların en önemlisi ise, Batı Hıristiyanlığının Kutsal Ruh’un
hem Baba’dan, hem de Oğul’dan kaynaklandığını öne sürmesine karşılık, Doğu’nun
Kutsal Ruh’un yalnızca Baba’dan kaynaklandığını savunmasıydı. Batılı
Hıristiyanların İznik Amentüsü’ne bu yönde bir ifade (“ve oğuldan”) eklemesi ve
Doğuluların sapkınlıkla suçlanması Bizans’ın öfkesiyle karşılaştı. Bu ayrılıkların
sonunda Papa IX. Leo ile Patrik Mikhail Keroullarios’un 1054’te birbirlerini
karşılıklı aforoz etmeleriyle, bugüne değin süren kesin bölünme gerçekleşti*.
Bizans imparatorunu devirerek Konstantinopolis’i yağmalayan ve 1204’te Papa’ya
bağlı bir Latin patriğini göreve getiren Dördüncü Haçlı Seferi’nin Doğu’da
yarattığı olumsuz duygular, daha sonraki birleşme çabalarını da gölgelemiştir.
Kısacası
Batılılarla Bizanslılar arasında önemli farklar vardı. En başta dinsel düzeyde,
kiliseler arası ayrılıkta (Batı’nın Katolikliğine karşı Bizanslıların
Ortodoksluğu her zaman önemini korumuştur) ve Haçlı Seferlerinde görülen bakış
farklarının listesi, onikinci yüzyıl boyunca Doğulu ve Batılı Hıristiyanlar
birbirini yakından tanıdıkça daha da uzadı. Bizanslılar, Normanlılarla
Venedikliler, Fransızlarla Almanlar arasında pek ayrım yapmadan hepsine
“Latinler” diyor ve hiçbirini sevmiyorlardı. Eserini 1205 yılında yazan
Bizanslı tarihçi Niketas Khoniates, onlarla ilgili duygularını şöyle
özetlemişti:
Latinlerle
aramızda geniş bir uçurum vardır. Bizler birbirinden ayrı kutuplarız. Ortak
hiçbir düşüncemiz yoktur. Onlar kibirli, kendilerini üstün görme hastalığına
tutulmuş, bizim davranışlarımızın sadeliğini ve alçakgönüllülüğünü alaya
almaktan hoşlanan kişilerdir. Ama biz, onların kibrini ve küstahlığını, onların
burnunu havada tutan sümük akıntısı gibi görürüz; onları, bize engerek yılanını
ve akrebi çiğneme gücü veren İsa’nın kudreti sayesinde çiğneyip tepeleriz[1].
Nicol,
duyulan kinin karşılıklı olduğunu, Latinlerde bu kine açgözlülük ve talan
hırsının da eklendiğini belirtir. Bu düşmanlığın 1171’de Venedikli tacirlerin
Bizanslılarca tutuklanmasına ve 1182’de doruğa ulaşarak Konstantinopolis’teki
bütün yabancıların vahşice kılıçtan geçirilmesine kadar gittiğini unutamayan
Batılılar, sonunda Konstantinopolis’i Batılıların egemenliği altına sokmayı
güvenceleri için tek çare olarak gördüler. 1185’te Normanlar, İtalya’dan
Yunanistan’a geçerek Thessalonike’yi (Selanik) yağma ettiler. “Zaten
Konstantinopolis’teki imparatorların sahip bulunduğu ‘imparator’ unvanının
kendi hakkı olduğunu iddia eden Kutsal Roma İmparatoru Friedrich Barbarossa
(...) kendi komutasındaki haçlı ordusunu Bizanslılar üzerine yürütme tehdidinde
bulundu”[2]. Nitekim 1204 yılındaki dördüncü Haçlı Seferi askerlerince
İstanbul, “herhangi bir kimsenin anımsayabileceği” en büyük kent yağmasına
sahne oldu.
Yunan
coğrafyasının, Batı’nın değişik zamanlardaki anlayış ve değerlendirmeleri
doğrultusunda bu şekilde Doğu ile Batı arasında gidip gelmesinin ortaya
çıkardığı kafa karışıklıkları bundan da ibaret değil kuşkusuz. Örneğin, eğer
Yunan kültürü Batı kültürünün köklerini oluşturduğu için bu böyleyse, o zaman
bu kültürün Ege Denizi’nin iki kıyısında birden ortaya çıktığı ve geliştiği gerçeği
gözden kaçırılıyor demektir. Bu durumda, o zamanlar aynı kültüre ve dile sahip
coğrafyanın ikiye ayrılmasının, Ege Denizi’nin doğusunun Batı dışında
bırakılmasının nedeni olarak bugün burada farklı bir kültürün yer almasını
düşünebiliriz. Dolayısıyla Doğu ve Batı’nın birer coğrafya terimi olarak
düşünülemeyeceği bir kez daha açık bir gerçek olarak ortaya çıkıyor. Zaten, her
ne kadar Fas, İspanya’nın batısı olsa da Afrika’nın Doğu kabul edildiği bir
dünyada bu gerçeği tartışmak bile yersiz. Bundan da ilginci, bugün bütün
dünyada her ay kırk milyona varan baskı sayısıyla Batı’nın Batılı-olmayanı
nasıl algıladığını gösteren ve kamuoyu oluşturan bir ayna konumundaki National
Geographic’in yayınladığı Avrupa haritasıdır. Avrupa’yı kıta olarak
kabul edenlerin sınırı İstanbul ve Çanakkale boğazları olmasına rağmen,
derginin yayınladığı haritada Trakya Avrupa dışında bırakılarak sınır
Türkiye’nin Bulgaristan ve Yunanistan sınırlarıyla belirlenmiştir[3]. Hiçbir
kurala dayanmayan böylesine keyfî bir belirleme, Avrupa sınırlarının tarihsel
ve söylemsel Batı sınırlarıyla nasıl bir uyum içinde ve ne kadar değişken
olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Buradaki sınır, daha önceki
sınırlarda da görüldüğü gibi, bütünüyle kültürel bir anlam taşıyor.
Böylece
bugün ne anlama geldiğini bildiğimiz Batı dünyasına karşılık geriye kalan bütün
Doğu yarımküresi medeniyetlerinin doğal olarak “Doğu”, “Şark” başlığı altında
ele alınmasının önemli bir nedeni vardır: “Tarih sahasındaki bu kavram
(Doğu/Şark –Y.K.) coğrafyadaki ‘Asya’ kavramının muadilidir. Bu, ‘Asya’ başlığı
altında bir araya getirilen diğer bütün uygar bölgelere, kavramsal bakımdan
muadil olarak ‘Batımızı’ ileri sürmemize imkan tanır”[4]. Bu noktada “Avrupa”
kavramının yerini “Batı” kavramına terk etmesi, bütün bir Avrasya ve Afrika
topraklarının “Doğu” ve “Batı” olarak ikiye ayrılarak Avrupalılar tarafından
“klasik bir ırk merkezli ikilem” inşa edilmesine izin verir. “Biz ve diğerleri,
‘Yahudiler’ ve Gentileliler’, ‘Grekler ve Barbarlar’, ‘Batı’ ve ‘Doğu’. Tanımı
gereği tarihin ‘ana akış istikameti’ ‘Batı’yı kaplar ve aynı tanım gereği
‘Doğu’ tecrit edilmiş ve statiktir; bu nedenledir ki Batı, zaten insanlığın bir
yarımı olarak gösterildiğinden aynı zamanda daha önemli yarımı oluşturur”[5].
Hodgson, bu Batılı ırk merkezciliğin en ilginç özelliklerinden birinin,
genellikle karışıklığı kötüleştirerek dünyanın diğer her türlü ırk
merkezciliğini etkilemiş olmasına özellikle dikkat çeker.
Atlantik’ten
Pasifik’e uzanan bir Afro-Avrasya uygarlık kuşağını Avrupa, Ortadoğu, Hindistan
ve Çin-Japon Uzak Doğusu olmak üzere dört çekirdek bölgeye ayırma geleneğini
hatırlatan Hodgson[6], Batılı akademisyenlerin karmaşık nedenlerden dolayı
ondokuzuncu yüzyıldan beri, kendilerini insanlığın geri kalanının tarihiyle
bütünleştirmemek için, bu Afro-Avrasya tarihini iki bölüme ayırarak
incelediklerini söylüyor. Buna göre, Avrupa tek parçayı yani Batı’yı, diğer üçü
ise ikinci parçayı yani Doğu’yu oluşturuyor.
Avrupa’nın
ve Doğu-Batı sınırlarının bu belirsizliği ve değişkenliği yanında, Avrupa’nın
kendi içinde de sınırlar çoğu zaman değişmektedir. Avrupalı, tıpkı Doğu için
yaptığı gibi Avrupa’yı da Batı, Doğu ve Orta gibi kategorilere ayırmaktadır:
“Avrupa’nın uygarlık konusundaki üstünlük duygusunu bozulmadan koruyabilmek
için, zihinsel haritaların da sürekli yeniden çizilmesi gerekiyordu. ‘Avrupa
Topluluğu’ denen şey, zımni olarak kıtanın yarısını görmezden geliyordu: Savaş
sonrası Avrupa, Batı ile özdeşleştirildi. Bir kenara itilen Doğu Avrupalılar,
kendilerini barbarlardan uzak tutabilmek amacıyla ‘Orta Avrupa’ olduklarını
düşünmeye başladılar. Alışkanlık günümüzde de sürdürülmektedir: Önde gelen
Britanyalı bir tarihçi geçenlerde, günümüz Avrupa’sının lekeli olduğunu kabul
etmemek için, Yugoslavya’yı barbar Üçüncü Dünya’nın bir parçası olarak görmeyi
yeğleyip, Bosna’daki savaşı ‘yalnızca antropologların anlayabileceği, ilkel bir
kabile çatışması’ olarak tanımladı. (J. Keegan, “A primitive tribal conflict
only antropologists can understand”, Daily Telegraph,15
Nisan 1993). Görüldüğü kadarıyla, 20. yüzyılın canice sicili bile Avrupalıların
kendilerini kandırma kapasitelerini düşürmemiş”[7].
Coğrafî
anlamdaki Avrupa ile tarihsel ve söylemsel anlamdaki Batı’nın sınırlarındaki bu
büyük değişmeler böylece günümüzde de sürüp gitmektedir. Sovyetlerin
dağılmasından önce doğu sınırı Demirperde ülkeleri olan Avrupa, ya da Batı
bugün de kendine sabit, kabul edilebilir bir sınır bulmakta zorlanıyor. “Soğuk
savaş sonrasında, Avrupa’nın bizim için ne anlam ifade ettiği çok daha bulanıktır
– ‘Batı’nın (ki bu da bizzat eskimeye başlamış bir kavramdır) bir parçası
mıdır, ‘Avrasya’nın Batı’daki parçası mıdır, her ikisi midir, hiçbiri değil
midir? Avrupa Birliği’nin ‘Avrupa’sı bir vaat ya da aldatmaca olabilir, ama bir
gerçek değildir. Bu kıtanın ayrımlarını ve belirsizliklerini –benim burada
yapmaya çalıştığım gibi- ciddiye almak, metafiziği terk etmeyi, gizemli ve asli
bir ‘Avrupa’ aramaktan vazgeçmeyi ve bunun yerine, ‘Avrupa’nın ne anlama
gelmesi gerektiğini tanımlama yolunda sürekli bir mücadeleye girmeyi
gerektirir”[8].
Kaan
Durukan haklı olarak bu durumun özellikle Batılılaşmayı tartışırken göz önünde
tutulmasının, “Batı’nın sınırlarının ne kadar değişken, tabiri caizse oynak
olduğunun, günün şartlarına göre nasıl defalarca yeniden tanımlanabileceğinin”
altını çizmenin önemli olduğunu söylüyor. Edward Said’in, ‘Doğu’ kavramının
Batılı (önce İngiliz, Fransız, daha sonra Amerikalı) kolonyalist/emperyalist
güçler tarafından kurgulanmış olduğunu ve Batı’nın askerî, politik, ekonomik
üstünlüğünü pekiştirmek amacıyla dünyanın geri kalanına empoze edildiğini
söylemesi yanında, “bir yanıyla ‘Batı’ da benzeri bir kurgudur, ancak farkı
şudur ki, muğlak ‘Batı’nın bazı üyelerinin kararlarının biçimlediği bir
yapıdır; Perry Anderson’ın ifadesiyle, ‘Batı’ tarih boyunca Asya’yı (‘Doğu’yu)
bir nevi ‘ayna’ gibi kullanarak kendi sosyal formasyonunu tarife
çalışmıştır”[9].
Durukan
aynı zamanda, bütün bu üstünlük vehimlerine rağmen homojen bir Batı’dan
bahsetmenin çok sorunlu olduğuna değinir: “Robert Brenner, büyük bir bilimsel
tartışmaya yol açan ünlü makalesinde, özellikle Marksist teori açısından önemli
başka temaların yanında, benzer bazı faktörlerin varlığına karşın tüm
Avrupa’nın aynı iktisadi gelişmeyi yaşamadığını kaydeder; Eric Wolf, Avrupa’nın
iddia edildiği gibi yekpare olmadığını, Avrupa’nın birliği fikrinin hayali bir
birlik olduğunu belirtir. David Blackbourn ve Geoff Eley, Almanya’nın tarihsel
deneyimine ilişkin öne sürülen sonderweg (farklı yol) yaklaşımını
eleştirdikleri yapıtlarında, sorunun Anglo-Amerikan ve Fransız modellerini
merkeze koymakta olduğunu söylerler; Eley bir adım daha ileri giderek, aslında
Almanya’nın istisnai konumunun yerine, İngiliz, Fransız ve Alman
‘istisnalar’ının incelenmesi gereğine işaret eder. Diğer yandan,
farklılıklarıyla bile olsa Batı’nın sınırlarını çizmek her zaman zordur: On
sekizinci yüzyılda Prusyalı Büyük Frederick ve Rus Çariçesi İkinci Katerina,
başka hükümdarlar gibi, hâkim normlar olan Fransa ve İngiltere’yi taklide
kalktıklarında, Prusya ve Rusya’nın ‘Avrupalı’ olup olmadıkları, hatta ileride
olup olamayacakları tartışmaya açılmıştır. Daha yakın tarihli bir örneğe
bakarsak, Derek Sayer 1989 öncesi döneme referans vererek Prag’ın Viyana’dan
çok daha batıda olmasına rağmen, Çekoslovakya’nın nasıl ‘Doğu’ olarak
tanımlandığının altını çizmişti; bugün Çek Cumhuriyeti ‘Avrupa’da’ ve Avrupa
Birliği’nin de eşiğinde”[10]. Sayer, konuya biraz da ironi katarak kavramsal
coğrafyadaki sınırların belirlenmesindeki önemli bir sorunu şöyle anlatır: “Eski
dostum Teodor Sha-nin, Kuzey Amerika’nın Avrupa’nın bir parçası olduğunu,
Bulgaristan’ın ise olmadığını söyler. Eklemek isterim ki, Meksika’nın Güney
Amerika’da olduğunu unutmadığımız sürece bence mahsuru yok. Prag’ın aslında
Viyana’nın batısında olduğunu fark etmek birçok insana (...) şaşırtıcı
gelebilir. Ancak Prag, zihnin tabiatıyla iktidar ilişkilerinin haritasını çizen
kartografisinde, yarım yüzyıldan bu yana kesinlikle ‘Doğu Avrupa’ olarak anılan
bir bölgeye oturtulmuştur. Tekrar etmek için söylüyorum: Eğer –coğrafi olarak-
Avrupa’nın merkezine bu kadar yakın bir şehir hakkında konuşmuyor olsaydık,
bunların hiçbiri kayda değer ya da ilginç olmayacaktı. Prag, Berlin’le
neredeyse aynı boylamda yer alıyor ve Londra’ya Roma’dan daha yakın. Said’in
Doğu’su Boğazlar’da başlamıyor; Doğu, sınırları iktidar coğrafyasınca çizilen,
tamamen tutarsız bir alan”[11].
* İki taraf da
birbirlerini 1965’e kadar tanımamışlardır.
[1] Niketas Khoniates, Historia’dan
aktaran Donald M. Nicol, age., s. 6
[2] Donald M. Nicol, Bizans'ın Son Yüzyılları,
s. 6
[3] Bkz. Kemal Tayfur,
“Avrupa Kıta mı?”, Atlas, Keşif Dergisi, sayı: 141, Avrupa’nın Sınırları, ek
bölüm, s. 32, Aralık 2004. Burada National Geographic’in yayınladığı
haritanın küçük bir fotoğrafı yer almaktadır.
[4] Hodgson, Dünya Tarihini Yeniden
Düşünmek, s.
37
[5] Age., s. 37
[6] Hodgson, Avrupa’nın
çekirdek alanını Anadolu’dan İtalya’ya Akdeniz’in kuzey kıyıları olarak
belirler. Buralar kuzeye doğru artan ölçüde bölgeye nüfuz eden bir Grek (daha
sonra Greko-Latin) kültürüne sahiptir. Orta Doğu’nun çekirdeği, Orta
Avrasya’dan Yemen ve Doğu Afrika’ya kadar kuzey ve güney bölgelerinin önderlik
için baktığı Bereketli Hilal ve İran Platosu; Hindistan’ınki Hindu Kuş
hattından doğu ve güneye doğru Ganj vadileri; Çin-Japon Uzak Doğusununki ise,
Çin’in içinden Japonya ve Vietnam gibi daha ötelere yayılan bölgelerdir. Bkz.
age., s. 39-40.
[7] Mark Mazower, Karanlık Kıta-Avrupa’nın 20.
Yüzyılı, s. xıv-xv
[8] Age., s. xv-xvı
[9] Kaan Durukan, age., s.
31
[10] Age., s. 31-32
[11] Derek Sayer, “Modern
Avrupa Tarihinde Bir Çıkış Noktası Olarak Prag”, s. 109–110
(Yüksel Kanar- BATI'NIN
DOĞU'SU, s. 176-182