Günümüzde İslam coğrafyasının kaderini ve içinde bulunduğu durumu etkileyen bir çok faktör bulunmaktadır. Bu faktörlerden bazıları dış, bazıları ise iç dinamiklerdir. Dış dinamikler, İslam coğrafyasına doğrudan etkide bulundukları gibi, iç dinamikleri etkileyerek, yönlendirerek, dönüştürerek veya etkisizleştirerek, dolaylı yoldan da etkide bulunabilmektedir. Hem bu dolaylı etkileri ortadan kaldırmak, hem de doğrudan etkilere karşı mukavemet gücünü arttırabilmek için, medeniyetimizin kendi iç dinamiklerini mercek altına almak zorundayız. Onları dış etkilerden korumak, işleyen veya tıkanan noktaları tespit ederek, tıkanan yerlerde gereken tamirat ve restorasyon çalışmalarını yapmak gerekmektedir. Medeniyetimizin iç dinamikleri, dışarıdan veya yüzeyden bakıldığında, birçok konuda birbiri ile mücadele eden, birbiri ile çatışan hasımlar gibi gözükmekte ve gösterilmektedir. İçeriden ve derinden bakıldığında ise, bütünlüğü fark edilen ve birbirini besleyen organik bir yapı oluşturmaktadırlar. Düşünce geleneğimiz, geçmişteki tüm çatışma ve sentezleriyle bir bütündür. Bu bütünün bir parçasındaki hastalık ya da zayıflık, bir organdaki sorunun bütün bedeni hasta etmesi gibi, diğer parçalara da kaçınılmaz olarak sirayet eder.
Eğer İslam medeniyetinin dirilişini hedefliyorsak , bizim için diriliş ruh ve cesetledir. Tevhit inancı ve birlik idraki, medeniyetimizin ruhudur. Düşünce geleneğimiz, o ruhun sureti ve bedenidir. Medeniyetimizin kemali, bedenin tam ve eksiksiz olarak ihyasını iktiza etmektedir. Dış dinamiklerin tahrikine ve ifsat amaçlı yönlendirmelerine kapılmadan, hiçbir uzvu kesip atmadan, zaten yaralı olan bedenimize daha fazla kan kaybettirmeden, ihya gayreti içinde olmalıyız. Bu sebeple, düşünce geleneğimizin tüm dinamiklerine, soğukkanlı ve sağduyulu bir şekilde yaklaşmak mecburiyetindeyiz. Yaşayan her fikrin ve mezhebin, içtimai bünyemizin bir parçası olup, geçmişte bir çok mühim fonksiyonlar icra ettiğini bilmeliyiz. Aynı dinamiklerin, tarihi sosyolojik bir hakikat olarak, geçmişte olduğu gibi, geleceğin inşası süreci içinde bulunduğumuz bugün dahi, medeniyetimizin yeniden dirilişine katkıda bulunabileceklerini göz ardı edemeyiz. Geldiğimiz noktada, medeniyetimizin bize mirası olan hiçbir fikri, hiçbir mezhebi, hiçbir alimi, hiçbir mütefekkiri, hiçbir kitabı, hatta hiçbir cümleyi, hiçbir kelimeyi feda etmek, terk etmek, yok saymak lüksüne sahip değiliz. Hepsinin ve her şeyin üzerinde düşünmek, tekrar tekrar düşünmek, bizi çözüme götürebilecek ip uçlarını aramak, boynumuzun borcudur.
Selefilik, düşünce geleneğimizin en güçlü ekollerinden biri olduğu gibi, günümüzde de etkinliği ve eylemliliği en yüksek olan iç dinamiklerimizin başında gelmektedir. İslam’ın ve Müslümanların geleceği konulu tartışmaların ve hatta çatışmaların odağında yer alan Selefiliğin, başlangıcından günümüze ulaşan serencamını irdelemek ve ortak geleceğimize nasıl katkıda bulunabileceğini düşünmek durumundayız.
Selefilik ve Sünnilik: Ortak Kökler ve Birlik Devri
Mezheplerin oluşumunda ilk ayrım noktası, siyaset kuramı ve felsefesinden kaynaklanan siyasi ihtilaflardır. Bu ihtilafların temelinde ise, selef anlayışı ve selef-i salihinin tarifi yatmaktadır. Sünnilik ve Selefiliğin ilk dönemi, ortak selef anlayışının birliği neticesinde bir bütünlük teşkil eder. Bu dönemde selef çok yakın bir geçmişi ifade etmekte ve güçlü etkisini korumaktadır. Şüphesiz ki Şiiliğin de kendine has bir selef anlayışı vardır. Ancak Şia’nın selef anlayışı ve kimlerin selef-i salihin olarak kabul edileceği konusundaki görüşü ,Sünnilik ve Selefilikten ayrışmıştır. Bu farklılık, Şiiliğin farklı bir siyaset kuramı olan imamet ve velayet anlayışını geliştirmesi ile tezahür etmiştir. Sünnilik ve Selefilik ise ortak bir siyasi kuramın, hilafet teorisinin çevresinde bütünleşmiştir.
Birlik devrinde Selefilik, ehl-i sünnet çizgisinin içinde kabul edilir. Ehl-i hadis adı ile belirginleşir. İslami İlimler Metodolojisine ciddi katkılar sağlar. İçtihadı kabul eden ve sistemleştiren Hanefilik ve Şafiliğe ehl-i rey, hadisi temel alan, kıyas ve içtihada kaçınılması gereken şüpheli bir faaliyet olarak bakan Hanbelilik ve Malikiliğe, ehl-i hadis denilir. Ehl-i hadis ve ehl-i rey, kendi aralarındaki metot ve anlayış farklılıklarına rağmen, Mutezile’ye karşı ortak bir tutum sergilemiştir. Bu ortak tutum, Mutezile’nin İslam toplumunda hakimiyet kurmasını engellemiştir. Kısacası, Ehl-i Hadis, Davud Zahiri’nin kurduğu ve İbn Hazm’ın sistemleştirdiği Zahiri mezhebi ile birlikte, Ehl-i Sünnet çizgisi içindeki ilk dönem Selefiliğinin ana damarıdır.
Üçlü Sentez ve İlk Ayrım
İslam düşüncesinde kelam, felsefe ve tasavvuf ekollerinin oluşumu ile birlikte, Selefilik ile Sünnilik arasındaki ayrım netleşmeye başlamıştır. Bu dönemde Hanbelilik, Mutezileye karşı yükselen Sünni kelam ekolleri ve bilhassa Eş’arilik ile fikri bir çatışma içine girmiştir. Tasavvuf, Ahmed b. Hanbel’in Kitab’üz Zühd’ünde ilkelerini belirlediği ve tasvir ettiği zühd anlayışının üzerine, bir metafizik düşünce inşa etmeye başlamıştır. Selefilik, sistematik bir düşünceye dönüşen tasavvuf metafiziğinin bu yeni yöntem ve ifade biçimine şiddetle karşı çıkmış ve reaksiyon göstermiştir. Felsefe ise, mantık ilmini dini düşünceye tatbik ederek, Selefiliğin kolay kolay tahammül edemeyeceği bir anlayış geliştirmiştir. Tüm bunların üzerine, Gazali ile birlikte, Sünni kelam anlayışının, felsefe ve tasavvufu da ihata eden yeni bir senteze ulaşması, Selefi düşüncede büyük bir tepkiye sebep olur. Bu tepki İbn Teymiyye’nin öğretilerinde müşahhaslaşır. Bu dönemde Gazali’nin kelam anlayışı, Fahreddin Razi ve Seyyid Şerif Cürcani gibi takipçileriyle birlikte Sünni düşünce içinde iyice tahkim edilerek, medreselerde hakim tedrisat haline getirilir. Bu hakimiyet, siyasi ayağı da bulunan bir hakimiyettir. İbn Teymiyye ile birlikte Selefilik, hem Sünni düşüncedeki bu yeni kelami paradigmaya, hem de bu paradigmayı kurumsallaştıran siyasi otoriteye cephe almak mecburiyetinde kalır. Bu sebeple tıpkı Şiilikte olduğu gibi, siyasi tezahürü de olan bir ayrışma ortaya çıktığından, İbn Teymiyye sonrası Selefilik, Sünnilikten ayrı bir mezhep halini almıştır.
İlginçtir ki, Gazali sonrası müteahhirin Sünni kelamı, Selefilikte şiddetli bir reaksiyon doğururken, Şiilikte ciddi bir tesir oluşturur. Nasreddin Tusi’nin yön verdiği bu akım, Sünni ve Şii düşünce geleneklerini yakınlaştırmıştır. Gazali, Fahreddin Razi, Davud Kayseri, Molla Fenari gibi isimlerin eserlerinin, bugün dahi Şii medreselerinde okutulması, bu yakınlaşmanın ve ortak kelami paradigmanın günümüze kadar yansıyan sonucudur.
Büyüyen Çatlağın Siyasi Altyapısı
Sünnilik, Osmanlı hilafeti ile hem medrese geleneğinde hem de siyaset kuramında hakimiyetini uzun bir süre sürdürmeye devam etmiştir. Ancak siyasi, ilmi ve içtimai yapıdaki sarsıntılar bir çok yerde tecdit hareketlerini tetikleyecektir. Tecdit hareketleri, yapıları gereği ilk hamle olarak önce selefe dönmeyi denemiş, bu da Selefiliğin yükselişine zemin hazırlamıştır.
Aksayan ve tenkit edilen yönleriyle, şikayetlerin odağı olan siyasi otoritenin ilmi platformdaki görünümü, medreselerde hakim olan anlayıştır. Bu anlayış bir sentez olduğundan ve devlet bürokrasisinin kontrolü altına alındığından, sentezi oluşturan ekoller, yani kelam, felsefe ve tasavvuf, bağımsız ve yeni bir tefekkür atılımı sağlayamamıştır. Bu durum tecdit hareketleri içerisinde Selefiliği rakipsiz bırakarak, ona büyük bir avantaj sağlayacaktır.
Çatışmanın ilk işaret fişeği olan Kadızade hareketini bir şekilde atlatmayı başaran Osmanlı hilafeti, Muhammed b. Abdülvahhab’ın (1703 – 1792) kurucusu olduğu Vahhabi hareketinin silahlı mücadeleye başlaması ile birlikte, Selefilik ile ilk ciddi çatışmanın içerisine girer. Bu çatışma sürecinin başlangıcını, Vahhabilerin İran’dan gelen Şii hacı kafilelerine yaptığı saldırılar oluşturur. Yani Sünnilik ile Selefilik arasındaki ilk çatışma, Sünni hilafetin Şii hacıları koruma çabası ile başlamıştır. Osmanlı hilafeti, Şii hacılara yönelik saldırıların, kendi hakimiyetine ve Sünni siyasi kuramına yönelik olduğunu kavrayarak, müdahale ihtiyacı hissetmiştir. Bu müdahaleyi Osmanlı hilafeti adına zaferle neticelendiren askeri güç ise, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Paşa’ya bağlı ordulardır. Çok geçmeden Kavalalı İsyanı ile başlayacak süreç, Osmanlı hilafetinin Hicaz’da giderek zayıflamasına ve Vahhabi hareketinin yükselişine sebep olacaktır.
Hilafetin Sonu ve Yeni Selefilik
İlk Vahhabi hareketinin bastırılması, Selefi düşüncenin yükselişini durdurmadı. Tam tersine, Osmanlı hilafeti zayıfladıkça, ve tecrübesiz reformist kadroların yönetiminde ciddi hatalar yapmaya devam ettikçe, muhalefet konumundaki Selefi düşünce güçlendi. Birinci Dünya Savaşı’ndaki malum sürecin neticesinde, Osmanlı hilafeti sona ererken, Vahhabi hareketi Hicaz’da Suudi Hanedanı etrafında toplanarak devletleşti. Bu devletleşmenin ve hilafetin sona ermesinin neticesinde, bütün İslam dünyasında Selefilik düşüncesinin yükseldiğini görüyoruz.
Selefilik, tecdit hareketlerinin temelinde yer aldığı için Mağrip’ten Kırım’a, Orta Asya’dan Yemen’e kadar bütün İslam coğrafyasından güçlü bir popülerlik sağladı. Bu popülerliğin yansımasını İslam’ın kadim ilmi havzalarından olan Mısır ve El Ezher Medresesi örneklerinde net bir şekilde müşahede edebiliyoruz.
Ülkemizdeki modern tarih yazımında, Vahhabiliğin yükselişini İngiltere’nin bir oyunu olarak gören ve gösteren ciddi ve köklü bir anlayış bulunmaktadır. Bu anlayışın doğruluk veya yanlışlığını tartışmadan şunu söyleyebiliriz. İngiltere’nin ve Batı’nın etkilerini tek bir mezhebe ya da coğrafyaya indirgemek tarihi yanlış okumak olur. İngilizler ve Batılılar, sadece Vahhabiliği ve Suudi hanedanını değil, İstanbul ve Anadolu’daki yönetimleri de, İran’daki yönetimleri de, Mısır’daki yönetimleri de, Hint Müslümanlarını temsil eden yönetimleri de etkilemiş ve yönlendirmiştir. Bu etki ve yönlendirme, Batılılaşma başlığı altında incelenebilecek, ulusçuluğun yükselişini ve millet anlayışının dönüşümünü de içeren, dini anlayış ve kavrayışlarımızı baştan aşağı tarumar eden bir etki ve yönlendirmedir. Bu etki ve yönlendirmeyi, bir bütün olarak görüp değerlendirmek gerekir. Tablonun tamamına hakim olan bir rengi, tablonun sadece bir köşesinde varmış gibi görüp, diğer kısımlarında görmezlikten gelmek, tabloyu doğru değerlendirememek anlamına gelecektir.
Yönetimler ve Yöntem Krizi
Osmanlı hilafetinin yıkılışından sonra İslam coğrafyasına hakim olan ulus devletler, İslam Milleti anlayışının yerine kurguladıkları ulus kimlikleri inşa edebilmek için, İslam mezheplerini kendi anlayışları doğrultusunda ulusallaştırdılar. İran için Şiilik bir ulus kimliğine dönüştürülürken, Türkiye’de hilafetin dayanağı olan Sünniliğe karşı Selefi bir perspektife dayandırılan reformculuk öne sürüldü. Hilafetin kaldırılması sürecindeki tartışmalarda bu Selefi perspektifi görebiliyoruz. Daha sonra yeni ulus kimliğin inşası için, İmam Maturidi’nin Türk asıllı olduğu gerekçe gösterilerek, Maturidiliği öne çıkarma teşebbüsleri de görüldü. Bu teşebbüsler başarılı olamadıysa da, yeni devrin teorisyenleri, İmam Gazali’ye ve Eş’ariliğe karşı menfi bir anlayışın yerleşmesinde kısmi bir başarı sağladı. Suudi Arabistan başta olmak üzere Arap ülkelerinde ise, Selefilik merkezli bir Arap ulusçuluğu inşa edildi.
Arap ulusçuluğu için Selefiliğin bilinçli bir tercih olduğunu söyleyebiliriz. Arap kavminin, İslam Milleti’nin unsurları olan, diğer Müslüman kavimlerden ayrışarak kendi yolunda yürüyebilmesi için, bu Müslüman kavimlerle ve bilhassa Türk, Fars ve Kürtlerle birlikte inşa ettiği ortak tefekkürün, ortak medeniyet ve kültürün zirvesi olan klasik dönemin yok sayılması, terk edilmesi, hatta tekfir edilmesi ihtiyacı söz konusuydu. Bu da ancak; kelam, felsefe ve tasavvuf üçlüsünün yerine, sadece ve sadece Arap kavminin üreticisi olduğu bir tür Yeni Selefiliğin ikamesiyle mümkün olabilirdi. Yeni ulusçuluğun inşası için, bir tür Emevi asabiyesi hayali, Abbasi “karşı devrimi” ile hesaplaşmalıydı. Aynı dönemde ortak geçmişten kaçış yaklaşımını, Türkiye için Turancılık ve İslam öncesi Türk devletlerine duyulan nostalji, İran için ise Pers ve Sasani geçmişine duyulan özlem şeklinde müşahede edebiliyoruz.
Arap ulus devletleri, kısa süre içerisinde kendi ilkeleri ile çeliştiler. Klasik dönemi tekfir eden Yeni Selefiliğin, Arap ulus devletlerinin Batılılaşmaya açık, konformist ve pragmatist siyasetleri ile çatışması kaçınılmazdı. Yönetimler, kendi yönetimlerinin temeline yerleştirdikleri yöntemle çatışır hale geldiler. Arap ulus devletleri için, kendi meşruiyetlerinin ve ulus kimliklerinin temeline yerleştirdikleri Yeni Selefilik, aynı zamanda kendi meşrutiyet krizlerinin de temeli oldu. Emevi asabiyesinin hayali, Abbasi-Selçuklu-Osmanlı çizgisini tasfiye etti etmesine, ancak kendi sarayında, kendisini hedef alacak olan “Yeni Hariciliği” de büyüttü.
İslam Savaş Hukuku, Cihat ve Silahlı Örgütsel Mücadele
Cezayir ve Filistin sorunları, işgaller ve katliamlar, ulus devletlerin Batı ve İsrail karşısındaki çaresizliği, kendi zayıflıklarını sömürgeci güçlerle kurdukları ittifaklarla kapatmaya çalışan yönetim anlayışları, daha yumuşak ve güvenli bir geçiş dönemini yürütebilecek İslami muhalefet hareketlerinin kaba kuvvet ile ezilmesi gibi bir çok sebep, kendi devletlerinden ümidini kesen ya da bir devletleri bile olmayan Müslüman toplumlardaki genç kuşakları, “örgütsel silahlı mücadele” yöntemine itti. İslam tarihinde Hariciler ve Haşhaşiler dışında bir emsali bulunmayan bu yöntem, daha çok II. Dünya Savaşı’nda Fransa ve Balkanlar’da, daha sonra da Uzak Doğu ve Latin Amerika’da teşekkül eden “Marksist sosyalist örgütsel eylem pratiğinden” esinlenmiştir. Che Guavera’nın, Cezayir’de Ahmed Bin Bella’ya verdiği “Halkı silahlandır” tavsiyesi, bu etkinin tipik bir emsalidir.
Örgütsel mücadele ve devrim anlayışı, bu dönemde Yeni Selefiliği derinden etkilemiştir. Suikast ve bombalı eylemler, zaman zaman kendi ülkelerinin idarecilerini ve askerlerini hedef alan, hatta sivillere de zarar veren bir eylem pratiği oluşturmuştur. Batı’dan ithal bir örgütsel silahlı mücadele ve devrim anlayışının cihat olarak kabul edilmesi ve geleneksel İslam Savaş Hukuku’nun yerine geçmesi bu dönemde gerçekleşmiştir. Savaşı ve barışı devlet otoritesi ile gerçekleştiren, halkın zarar görmemesini ve amme hukukunun korunmasını, yani içtimai nizamın bozulmamasını temel ilke olarak kabul eden Sünni siyaset kuramının, kabul edemeyeceği ve benimseyemeyeceği bir dönüşümdür bu. Bu dönüşüm, devlet otoritesinin ve hilafetin sona ermesinin trajik sonuçlarından biri olarak kabul edilmelidir. İslam devletleri, ulus devlet kimliklerini aşamamış, İslam Birliği’ni tekrar sağlayamamış olmakla, etkinliklerini ve güçlerini kaybetmişler, kendi kontrollerindeki topraklarda örgütlerin hakimiyet kazanmasını engelleyememişlerdir.
Afganistan, Bosna ve Çeçenistan savaşları boyunca, işgale karşı direnen mücahit grupların içine ciddi şekilde sızmalar olmuş, bu sızmalar ile birlikte, mücahit gruplar arasından çıkıp onları tasfiye eden şüpheli örgütler ortaya çıkmıştır. Günümüzde bu şüpheli örgütlerin, selefi görüşleri kullanarak, İslam coğrafyasının her yanından genç ve idealist Müslümanları cihat adı altında devşirdikleri ve yine Müslüman devletleri yıkmak, ya da parçalamak amacıyla kullandıklarını görüyoruz. Irak, Suriye, Libya, Nijerya ve Yemen’de yaşanan dehşet ve kaos ortamında bu örgütlerin kilit rol oynadıklarını söyleyebiliriz. Yaşadığımız bu son süreçte, müslim ve gayri müslim sivilleri ve esirleri katleden, camilere ve çarşılara bombalı intihar eylemleri düzenleyen bir anlayışın, hem kamuoyuna hem de idealist Müslüman genç kuşaklara cihat adı altında empoze edilmesi, ciddi bir sorun olarak karşımızda durmaktadır.
Bugünün Haritası; Selefilik, Şiilik ve Sünnilik
Şiiliğin, Lübnan İç Savaşı ve Lübnan’ın işgali ile başlayıp, 1979 İran İslam Devrimi’nden sonra müesseseleşen devrimci silahlı örgüt pratiğinin, Selefiliğin örgütsel dönüşümü ile benzeştiği noktalar olduğu gibi, ayrıştığı noktalar da bulunmaktadır. Selefilik örgütsel silahlı mücadeleden devrime ulaşamamış, ancak Şiilik devrimden sonra bu yöntemi bir devlet aklı ile kurgulamıştır. Her iki pratiğin birbirleriyle savaşım alanına dönüştürdüğü Suriye, Irak ve Yemen coğrafyalarında yaşanan yıkım büyüktür.
Özellikle Irak ve Suriye’de Sünni toplulukların yaşam bölgeleri, Selefi ve Şii örgütlerin savaş alanı haline gelip yıkılmış, sonra da bu örgütlerin kontrolü altına girmiştir. Bu bölgelerdeki Sünni topluluklar, Şiileşmek ya da Selefileşmek ikilemi arasına sıkışmış, çoğu üçüncü seçenek olarak göç etmeyi tercih etmiştir. Devlet otoritesini ve kamu düzenini önemseyen, halkın zarar görmemesini temel ilke olarak benimseyen, Şii ve Selefi toplumları tekfir etmeden kuşatarak, bir arada yaşatma potansiyeline sahip olan Sünni siyaset kuramı, ne yazık ki bu kuramın doğal temsilcisi olan Türkiye, Mısır ve Pakistan tarafından sahaya tatbik edilmemektedir. Kendi iç meseleleriyle boğuşan Mısır ve Pakistan bir nebze de olsa mazur görülebilir. Ancak başından beri Irak ve Suriye krizlerine doğrudan müdahil olan Türkiye’nin, Klasik Sünni siyaset kuramını tatbik etmek yerine, Abd’nin teşvikleri neticesinde, silahlı örgütsel çatışmalardan medet uman ve bu çatışmalarda taraf tutan bir pozisyona savrulması ciddi bir problemdir.
Bu problemin temel sebeplerinden birisi de, Batı medyasının terminolojisi kullanılarak, Suudi Arabistan’ın ve Selefi inançlı silahlı örgütlerin Sünni bloğu oluşturduğu, Türkiye’nin de bu bloğun bir üyesi olduğu anlayışının benimsenmesidir. Tarihi arka planını ana başlıklar halinde gösterdiğimiz üzere, günümüzde Sünnilik ve Selefilik farklılaşmış mezheplerdir. Selefi silahlı örgütler, ele geçirdikleri bölgelerde, Şiilerin ve Sünnilerin türbe ve mezarlıklarını birlikte yıkmakta, Şii örgütler ele geçirdikleri bölgelerden Sünnileri ve Selefileri birlikte kovmaktadır. Bu da göstermektedir ki Sünnilik, her iki taraftan ayrı üçüncü bir yoldur. Bu gerçeği kabul ederek hareket etmek gerekir. Tarih boyunca Sünnilik, Irak, Suriye Yemen ve Hicaz bölgesinde, her üç mezhebin mensuplarının bir arada yaşamasını sağlamıştır. Bu yüzden Abbasi- Selçuklu-Osmanlı mirası olan tüm coğrafyada bu birlikte yaşama tecrübesi görülmektedir. Anadolu’da Sünniler ve Aleviler, Suriye’de Nusayriler ve Sünniler, Irak’ta Sünniler ve Şiiler, Mısır’da Sünniler ve Selefiler, Yemen’de Selefiler ve Zeydiler, Osmanlı hilafeti boyunca bir arada yaşamışlardır. Sünni siyaset kuramı, Selefi ve Şii silahlı örgütlerin arasında sıkışmış bulunan tüm Müslümanların, gelecekte yine bir arada yaşamasını sağlayacak imkanlara ve tecrübeye sahiptir.
Sorunlar ve İmkanlar
Klasik dönemin son İslam Devleti olan Osmanlı hilafetinin hakimiyet ve otoritesinin yıkıldığı, daha sonra da İslam dünyasına hakim olan mevcut ulus devletlerin bir türlü İslam Birliği’ni sağlayamadığı malum süreç, Batı’nın yeni bir emperyalist haçlı seferiyle neticelenmiştir. Yeni işgal dalgasının tetiklediği ve önceleri işgalcilere karşı cihat amacını bayraklaştıran direniş hareketleri, giderek İslam coğrafyasındaki yerel iktidarları ve diğer mezhepleri hedef alan bir iç savaşın unsuruna dönüştürülmüştür. Lübnan İç Savaşı, Afganistan’ın 1978 ‘den günümüze kadar devam eden trajik hikayesi ve nihayetinde Suriye faciası, bu sürecin tüm katmanlarıyla kurgulandığı ve gözler önüne serildiği ibretlik tarihi hikayelerdir.
Yeni Selefiliğin sırtında iki ağır yük bulunmaktadır. Birincisi diğer mezheplere, muhaliflerine ve siyasi rakiplerine karşı geliştirdiği tekfirci anlayıştır. Bu anlayış, Selefi örgütlerin silahlı mücadeleye başladığı her coğrafyada, kaçınılmaz olarak mücadeleyi bir iç savaşa dönüştürmektedir. Halbuki köklü geçmişleri ve kendi toplumlarında iyice yerleşmiş sağlam düşünce gelenekleri bulunan İslam mezheplerinin birbirlerini silahla değiştirmeleri veya dönüştürmeleri mümkün değildir. Zaten asıl amaç bu değildir, bu olmamalıdır. Lübnan’da, Afganistan’da, Irak’ta ve Suriye’de Batı’nın açık işgal manevraları ile karşı karşıya iken, Müslüman toplumların mezhep taassubu ile ayrışıp birbirlerine düşmeleri, en hafif tabiri ile bir akıl tutulmasıdır. Bu akıl tutulmasında, Yeni Selefiliğin ağır sorumluluğu bulunmaktadır.
İkinci ağır yük ise, Batı’dan ihraç edilen “devrimci silahlı örgütsel mücadele” yönteminin cihat adı altında içselleştirilmesi ve siyasi pratiğin bu yöntemle aynileşmesidir. Halbuki İslam Birliği’ni sağlamayı hedefleyen bir mezhebin, bu birliği sağlama potansiyelini barındıran bir siyaset kuramı inşa etmesi zorunludur. Batı’dan ithal bir mücadele yöntemi ile, bu siyaset kuramının oluşturulması mümkün değildir. Bu sebeple Yeni Selefilik, sahaya silahla indiği her coğrafyada siyasi düzeni yıkmakta, ancak yıktığının yerine yeni bir siyasi düzen kuramamaktadır.
Bütün bu sorunlarla birlikte Selefilik, tüm İslam coğrafyasında dinamizmini koruyan ve işgaller başta olmak üzere yıkıcı sorunlarla mücadele etme niyetini ve azmini taşıyan, kısacası “yaşayan” ve “tepki veren” bir hareket olarak geleceğin inşasında mutlaka yer alacaktır. Bunun için Selefiliğin, İslam toplumlarının iç bünyesine yönelik yıkıcı etkilerini doğru bir alana kaydırmak gerekmektedir.
Selefilik Geleceğin İnşasında Nasıl Bir Misyon Vadediyor
Dini düşünce, biçim ve özden oluşur. Biçim hem özün anlaşılmasındaki metodumuzu, hem de özün toplumsal ve bireysel alanlarda suret kazanıp şekillenmesini ifade eder. Biçimsel suretler, toplumun ve bireyin zaman içindeki dönüşümleriyle değişen, dış dünyadan özümsenmiş etki ve katkıları da bünyesinde barındıran gelenekleri oluşturur. Dini düşüncenin yeniden ihyası yönündeki çalışmalar, çoğunlukla bir asla dönüşü, bugünden geriye doğru yönelen ve geçmiş tüm aşamaları irdeleyen, geçmişe dönük bir hesaplaşma, tenkit ve tahlil faaliyetini gerektirir. Bu faaliyet sırasında, biçimden öze ulaşmak için, özü biçimden soyutlamayı ve ayrıştırmayı sağlayacak bir katalizöre ihtiyaç vardır.
Selefilik, bu süreçte ihtiyaç duyulan katalizör olma imkanına sahiptir. Biçimin, özü anlama ve anlatma metodu olarak zamana ve muhatabına bağlı değişken bir yönü vardır. Yapısal olarak dil, manayı anlarken, ve anladığını muhatabına anlatırken yeni biçimlendirmelerde bulunmak zorundadır. Bu sebeple “din dili”, kaçınılmaz olarak muhatap zamana ve muhatap topluma göre değişmiştir. Bu değişimin kavşaklarında, yeni ifade biçiminin, özün asli manasını tam kapsayamaması, ve/veya asli mananın dışında olup toplumsal zihinde ona eklenmiş anlamları da özün bir parçası imiş gibi kapsaması mümkündür. Aynı oranda, özün toplumsal ve bireysel alanlarda suret kazanıp şekillenmesi anlamındaki biçimin yani geleneğin, dış dünyadan özümsenmiş etki ve katkıları da bünyesinde barındırdığı bir hakikattir. Özün, gelenek anlamındaki bu sentez biçim ile uyumluluğu, söz konusu sentezin özün hedeflediği istikamette gelişmesi ve ana gayeye uygun bir tezahür olmasına bağlıdır. İslam düşünce geleneği, genel anlamda ve tarihsel arka planda öz ile uyumlu olmakla beraber, bugün içinde bulunduğumuz noktada, özden uzaklaşmış olduğumuz aşikardır. Bu uzaklığın ne kadarının, muhatap zaman ve muhatap toplumdaki değişimden kaynaklandığı, ne kadarının yozlaşmadan ve Batılılaşmadan kaynaklanan bir sapma olduğu, derinlemesine tenkit, tahlil ve tahkik süreçleri içeren bir tefekkür hareketiyle tespit edilebilecektir.
Selefilik, sahip olduğu köken, bu kökene bağlılık kararlılığı ve tarih boyunca geliştirdiği tenkit metodu ile, özün aslına ulaşmak için, özü biçimden soyutlama ve ayrıştırma işlemini yapmamızı sağlayacak birikime sahiptir. Selefiliğin tenkit metodu ile, öze bağlı olarak teşekkül eden biçimin, tarihsel sürecin hangi aşamalarında hangi tepkimelerle değiştiğini, her bir değişim aşamasında biçime dışarıdan dahil olan etki ve katkıları, tek tek kronolojik olarak tespit etme imkanına sahip olabiliriz. Ancak bu aşamada kalamayız.
Tenkit, tek başına düşünceyi ihya ve geleceği inşa için yeterli değildir. Tahkik gereklidir. Öz ile ve özün hedefleri ile irtibatlı ve uyumlu olan biçimsel değişimler, dışarıdan dahil olan etki ve katkıları içerseler bile, zamana, mekana ve toplumsal yapıya endeksli sorunların çözümü için gerekli ve sağlıklı bir mekanizmanın işleyişine işaret ederler. Bu yüzden İslam toplumunun 1500 yıllık serencamının, birikiminin ve yeni sorunlara getirdiği çözümlerin toplam hasılası olan düşünce geleneğimizin, kültür ve medeniyetimizin, topyekun bidat ve sapma olarak değerlendirilmesi mümkün değildir. Biçimin tarihsel görünümleri ve değişim dinamikleri doğru bir şekilde incelenerek, tüm tarihsel tepkimeler, sebep ve sonuçlarıyla birlikte bir miras olarak değerlendirilmelidir. Bu mirasın, bugünün sorunlarına cevap vermeyen ve geleceğin inşasına katkı sağlamayan, bu sebeple de terk edilecek kısımları bulunabilir. Ancak bu miras, aynı zamanda hem bugüne, hem de yarına ışık tutacak, geleceğimizi aydınlatacak, bize sorunlarımızın çözümünde yeni imkanlar sunacak kadim ilkeleri, perspektifleri ve tecrübeleri de içermektedir.
Tüm bu sebeplerle Selefilik, İslam düşüncesinin ihyası sürecine, tenkit ve çözümleme metodu olarak katkıda bulunacaktır. Bu katkı, özü ve biçimsel değişimleri ayrıştırmada ve özün aslına ulaşmada olacaktır. Ancak bu aşamadan sonraki tahkik ve inşa sürecine dahil olabilmesi için, tekfirci anlayıştan uzaklaşması gerekmektedir. Bunu başarabilmesi, tarihi sosyolojik perspektifi benimseyerek, düşünce geleneğimizin ve tarihsel süreçteki biçimsel değişimlerin lüzumuna ikna olmasına bağlıdır. Bu ikna sürecini yaşadığı takdirde ve ölçüde, biçime dışarıdan dahil olan etki ve katkıların toptan reddi anlayışını terk edecektir. Böylelikle, bu etki ve katkıları, öz ve özün hedefleri ile irtibatı açısından değerlendirip, özle sahih bir irtibata sahip biçimsel değişimleri, kendi metodu ve anlayışı gereği benimsemese bile, meşru ve gerekli görerek tolere etme idrakine ulaşacaktır. Selefiliğin böyle bir çizgiye gelmesi, Selefilerin, Sünnilerin, Şiilerin, Alevilerin ve tüm mezhep ve ekollerin bir arada hareket ederek, tekrar İslam Milleti anlayışına ulaşmaları davasında, en kritik ve önemli adımlardan birisidir.